CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Atatürk'ün hedeflerinden biri de Müzik Devrimi'ydi

Müzik; "Yurtta barış, dünyada barış" özleminin gerçekleşmesine hizmet eden evrensel bir dil

Atatürk, müziğin yalnızca ulusal bilincin ve bireysel duyguların gelişmesine değil, "Yurtta barış, dünyada barış" özleminin gerçekleşmesine hizmet eden evrensel bir dil olduğunu söylüyordu. Bunun için Türk ulusunun
müzik geleneğinin ve birikiminin Batı"nın çağdaş müzik ölçüleriyle geliştirilmesi için gerekli adımları atmıştı...

Zübeyde Hanım, eşi öldükten sonra çocuklarıyla birlikte kardeşinin kahya olarak çalıştığı çiftliğe yerleşmişti. Çocuklarının güvende olduğunu ve doğayla iç içe yaşadığını görmek ona acılarını unutturuyordu.

Oğlu Mustafa’yı bir gün, elinde bir sopa, çekiç, testere ve çivilerle uğraşırken gördü. Akşama doğru kızı Makbule’den, kardeşinin yanına gidip, onun neyle uğraştığını anlamasını istedi. Makbule, Mustafa’nın yanına geldiğinde; onun ne yaptığını gördü; ama bu gördüğünden hiçbir şey anlamadı.

“Nedir bu yaptığın şey, Mustafa?” dedi.

Mustafa’nın gözleri heyecan la parlıyordu.

“Bir tambur yapıyorum, abla” dedi. “Neredeyse bitti; ama yalnızca telleri eksik.”

Akşam olup aile biraraya toplandığında telsiz tambur, herkesin ilgi odağı olmuştu. Dayısı, Mustafa’nın yaptığı tamburu dikkatle inceledi. Yeğeninin el becerisinden hoşnut kalmıştı. Onun bu uğraşısına kendi de bir katkıda bulunmak istedi:

“Telleri de benden” dedi. “Hafta sonu Selanik’e ineceğim; sana tel getiririm, sonra da sen çalarsın, biz dinleriz.”

Dayısı hafta sonu verdiği sözü tuttu, tambur tellerini getirdi. Mustafa büyük bir heyecanla ve özenle telleri taktı, tamburunu tamamladı.

“Şimdi sıra bunu çalıp, bize bir türkü söylemene geldi” diye tutturdu çevresindekiler.

Mustafa elinde tuttuğu tamburu onlara doğru uzattı ve kararını bildirdi:

“Ben bu tamburu türkü söylemek, sizleri eğlendirmek için yapmadım” dedi. “Babamın dilinden düşmeyen, yurdunu savunmaya giderken söylediği Osman Paşa Marşı’nı çalmak için yaptım ben bunu...”

Çocukluğundan buyana Mustafa’nın yaşamında müziğin her zaman vazgeçilmez bir yeri vardı. İlerideki yıllarda “Yaşamda müzik gerekli midir?” sorusuna verdiği şu yanıtı da, yaşamında müziğe verdiği değeri en kısa ve öz biçimde açıklıyordu:

“Yaşamda müzik gerekli değildir; çünkü yaşamın kendi bir müziktir” diyordu. “Müziksiz bir yaşam, zaten var olmayan bir yaşam demektir. Müzik, yaşamın neşe, ruh ve sevinçten oluşan bölümünün adıdır.”

Mustafa Kemal, kendi yaşamının müziğini her zaman canlı tutmaya özen göstermesi yanısıra aynı özeni, ulusun yapısında da göstermiştir.

Müziği, devrimler zincirinin halkalarından biri yaparak, ulusun bireylerinin özgür ve çağdaş bir biçimde yetiştirilmesinde müziğe önemli bir yer vermiştir.

Onun hedeflerinden biri de “Müzik Devrimi”ydi. Almanya’nın “Vossische Zeitung” gazetesi muhabirinin, “Müzik Devrimi” konusunda kendisine sorusunu şöyle yanıtlamıştı:

“Montesquieu’nün ‘Bir ulusun müzik konusundaki eğilimine önem verilmezse o ulusu ilerletmek olanaksızdır’ sözünü okudum, onaylarım” demişti. “O nedenle müzik konusuna pek çok özen gösterdiğimi görüyorsunuz...”

Onun bu yanıtı üzerine gazetecinin, “Biz Batılılar’a göre, Doğu’nun anlayamadığımız bir sanatı varsa o da müziğidir” demesine ise Mustafa Kemal şöyle karşılık vermişti:

“Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir” demişti. “Bizim gerçek müziğimiz Anadolu halkından dinlenebilir.”

Gazeteci, Atatürk’ün bu sorunu nasıl çözmek istediğini öğrenmek istedi:

“Peki, bunların işlenmesi, geliştirilmesi yoluyla ilerleme sağlanması olanaksız mıdır?” diye sordu.

Atatürk bu soruya başka bir soruyla yanıt verdi:

“Batı müziği bugünkü durumuna gelinceye değin ne kadar zaman geçti?”

Gazeteci, “Yaklaşık olarak dört yüzyıl kadar” diyerek yanıt verdi.

Atatürk kaldığı yerden sürdürdü sözlerini:

“Bizim bu denli uzun süre bekleyecek durumumuz yoktur” dedi. “Bu nedenle Batı müziğini alıyoruz, onun birikimlerinden yararlanıyoruz, bunu siz de görüyorsunuz...”

Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye’yi çağdaş bir ülke yapmak için gereken dönüşümler günü geldikçe birer birer gerçekleştiriliyordu. Atatürk sıranın müziğe de geleceğini, bu sorunu da çözmek için harekete geçmek gerektiğini biliyordu. Kaybedecek zaman yoktu. TBMM’deki bir konuşmasında bir gün bunu açık bir dille milletvekillerine de anlattı:

“Arkadaşlar, güzel sanatların her alanında, ulus gençliğinin ne yönde ilerletilmesini istediğinizi bilirim” dedi. “Ancak bu konuda en çabuk ve en önde götürülmesi gerekli olan Türk müziğidir. Bir ulusun yeniliğe açık olmasının, bu konuda ne kadar yetkin olduğunun ölçüsü müzikteki değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Ulusal, ince duyguları ve düşünceleri anlatan yüksek deyişleri toplamak onları bir an önce müziğin genel kurallarına ve gelmiş olduğu son aşamaya göre işlemek gerekir. Ancak bu yoldan Türk müziği yükselebilir, evrensel müzik içinde yerini alabilir.”

Atatürk, müziğin bir ulusun yalnızca duygularını, ince düşüncesini, anılarını yansıtan güç değil, “Yurtta barış, dünyada barış” özleminin gerçekleşmesinde, ulusları birbirine yaklaştıran ve kaynaştıran evrensel bir dil olduğunu da biliyordu. Her fırsatta bu gerçeğe dikkat çekiyordu. Örneğin, İstanbul’da yapılan Balkan Festivali sırasında bunun altını bir kez daha çizmişti:

“Siz Balkanlı kardeşlerim, ülkeme, onu kendi evleri gibi bilerek gelmiş olmanızdan çok mutluyum. Ben Türk çocuğu, siz Balkanlılar’ı seviyorum. Siz de beni seviyorsunuz değil mi? Ben, işte kollarımı açıyorum size. Siz de bana göğsünüzü açık bulundurunuz. Biz biriz. Bunu önce bu temiz davranışımızla birbirimize, sonra tüm dünyaya gösterelim. Bayanlar, baylar, dans ediyorsunuz, müzik dinliyorsunuz. Ben bu konuda sadece dikkatinizi insanlığın bubüyük gerçeğine çekmek istiyorum. Hareket ve etkinlik, işte bu iki şey insanlığın uygarlık yaşamında çok büyük etkendir. Dans ve müziğin başta geldiği yadsınamaz. Dans ve bunu harekete geçiren müzik, işte bunlar uygar insanlığın en büyük damgası...”

Atatürk müziğe önem verdiği denli sanatçılara da hak ettikleri değeri veren biriydi. Sık sık konuk ettiği sanatçıları onurlandırırdı. Bu konunun tanıklarından üstat Münir Nureddin Selçuk bu konuda şunları söylemişti:

“Büyüklüğüne sınır olmayan Atatürk’e ilişkin anılarım çoktur. Ancak bunlar arasında bir sanatçı olarak beni son derece duygulandıran ve ömrüm boyunca asla unutamayacağım anı şudur:


‘Sık sık yapılan musiki toplantılarından birindeydi. Atatürk alışıla geldiği gibi sevdiği şarkıları söyleterek zevkle dinlerken, belki de konukların bazılarının ilgisiz gibi görünüşlerine dikkat çekerek musiki tarihimize altın harflerle yazılması gereken şu sözleri söyledi: “Beyler, içinizden herhangi biriniz günün birinde ya sevki tesadüf ya da hakiki liyakatla yüksek aşamalara varıp milletvekili, müsteşar, başbakan, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatçı olamazsınız.’”

Ünlü biyografi yazarı Alman Emil Ludwig, 1934 yılında Atatürk’ün yaşamını yazmak için Ankara’ya gelmişti. O günlerde çok ünlü bir piyanist, bir virtüöz olan Polonya Cumhurbaşkanı Ignas Jan Paderavsky’nin yaşamını da yazıyordu. Atatürk kendisini kabul ettiğinde, önce bedensel özelliklerini uzun uzun incelemesi Genel Sekreter Hikmet Bayur’un dikkatini çekmişti. Atatürk’ün geçmişi üzerine bilgiler edindikten sonra Hikmet Bayur’a Atatürk’ün musiki ve özellikle keman, piyanoyla ilgisinin olup olmadığını sordu. Bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını görünce de, “Açıklayayım” dedi. “Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle ilgisi olanların açık özelliklerini taşıyor. Örneğin Paderavsky’ninki böyledir. Sizden rica edeceğim. Bana bir elinin parmaklarını bir kağıda çizer, verir misiniz?”

Atatürk, Alman yazarın bu isteği karşısında hafifçe gülümsedi. Her zamanki gibi nazik evsahibi tutumu ile E. Ludwig’in bu isteğini yerine getirdi; fakat tarihçinin yanlış bir yargıda bulunmaması için şu açıklamayı yaptı:

“Bana, ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size ‘Yoktur’ yanıtını vermiştim. Şimdi ‘Ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde bu parmaklar nasıl olur?’ diye yadırgadığınızı seziyor gibiyim.


“Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı olağanüstülükler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağışlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir. Hatta kusurlarımızda bile... Biz bu aynı kaynağın kök sağlamlığı ile milliyet ve devlet yapısını korumuş sayılı uluslardanız. Sadece ben değil, tarihtebu büyük ulusa kendi alanlarında hizmet edebilmiş kim varsa, hepsinin ilham kaynağı aynıdır.”

Atatürk, “Müzik Devrimi”ni gerçekleştirmek için Türk Rönesansı’nın yollarını açtı, müzik kurumlarının temelini attı. Yok olmanın eşiğindeki müziğin kayıt altına alınmasını, derleme çalışmalarını başlattı. Yetenekli çocukların elinden tutulmasını sağladı. “Şark Bülbülü” dediği Celal Güzelses’ten yöre türkülerini, çocukluğunda dinlediği yakıcı Rumeli türkülerini, Klasik Batı müziğini ve seçkin opera parçalarını büyük bir zevkle dinlerdi.

Atatürk pek çok konuda başka adlar altında düşüncelerini yazdı. Ölümünün birinci yıldönümünde 10 Kasım 1939 günü “Ulus” gazetesinde Kemal Ünal adıyla yayınlanan yazı onun müzik konusundaki vasiyetiydi:

“Eski müziği, Batı müziğine üstün çıkarmak için çalışanlar bir küçük gerçeği ayırt edemez görünüyorlar. Bu gerçeği kısaca dile getirmek gerekirse, diyebiliriz ki bütün bu canlandırma işinde ele alınan müzik parçaları Türkler’in herhangi bir ayinde, şenlikte bütün maddi ve duygusal yeteneklerini yüksek derecede kullanarak oynamalarına yarayan nağmelerdir. Bu türden olan müziği bugünün dans parçaları gibi saymakta hata yoktur. Ancak bugünkü Türk kafası müziği düşündüğü zaman yüksek duygularımızı, yaşam deneyimlerimizi ve anılarımızı dile getiren bir müzik istiyoruz. Bugünkü Türkler, müzikten diğer yüksek ve duyarlı toplumların beklediği hizmeti bekliyor. İşte bu bakımdan klasik Osmanlı müziğini canlandırmaya çalışanların çok dikkatli bulunmaları gerekir. Biz, bir Türk bestesini dinlediğimiz zaman ondan geçmişin öyküsünü kalbimize giren oklar gibi duymak isteriz. Acı olsun, tatlı olsun biz bir beste dinlerken ve farkında olmaksızın duygularımızın inceldiğini duymak isteriz. Bütün bunlardan başka musikiden beklediğimizin maddi, düşünsel ve duygusal uyanıklık ve çevikliğin desteği olduğuna kuşku yoktur. Yeni şairlerimizden, yazarlarımızdan, müzik bilginlerimizden ve özellikle ses sanatçılarımızdan istediğimiz ve aradığımız budur.”