CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

EVRENSEL IŞIK ATATÜRK HAKKINDA YABANCI YORUMLAR


Editörün notu: Evrensel Işık Atatürk Hakkında Yabancı Yorumlar, Hanri BENAZUS'un Evrensel Işık Mustafa Kemal ATATÜRK hakkında, yabancı yönetici, kurum ve medya kuruluşlarının yaptığı yorum ve değerlendirmeleri topladığı kitaptan alınmıştır.





EVRENSEL IŞIK ATATÜRK HAKKINDA YABANCI YORUMLAR:
“Sizlere şunu söylemek isterim ki, Mustafa Kemal’e katip olmak isterim. Sebebi de onun her akşam sofrasında bulunup, yüksek fikirlerinden beslenmek dileğinde oluşumdandır. Böylece yeniden üniversite bitirmiş olacağım”.
Fransız Başbakanı: Edoward Herriot

“Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede, bu denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekleşir. Bu olağanüstü işleri yapanlar, hiç kuşkusuz kelimenin tam anlamı ile BÜYÜK ADAM niteliğine hak kazanmıştır. Bundan dolayı Türkiye övünebilir”.
Yunan Başbakanı: Eleftherios Venizelos

“Atatürk, asker devlet adamı olarak çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi, Türkiye’nin dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza o, Türk’lere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendisine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir”.
ABD General Mc Artur

“Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. Yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir devrimci olmuştur”.
İsrail Başbakanı: Ben Gurion

“Kemal Atatürk yalnız yeni Türkiye’nin sembolü değil, aynı zamanda çağımızın en ilgi çekici şahsiyetlerden biridir. Çalışkan, güçlü ve özgür Avrupa’nın diğer ülkeleri ile işbirliğine sağlam şekilde bağlı olan Türkiye, bugünde onun izinde yürümektedir”.
İtalya Başbakanı: Giovanni Leone

“Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye’nin doğması, yeni Türkiye’nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk’ün ve Türk halkının işidir. Şüphesiz ki Türkiye’de giriştiği derin ve geniş devrimler kadar, bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur”.
ABD Başkanı: John F. Kennedy

“Bana, bütün Avrupa’da bir devlet adamı daha gösterin ki, Dünya savaşı sonunda Gazi Kemal ölçüsünde ileriyi gören bir siyasi olgunluk örneği vermiş olsun”.
Eski ABD elçisi: General Charles H. Sherrill

“Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine, onun fikrince bütün Avrupa’nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana Avrupa’nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi”..
ABD Başkanı: Franklin D. Roosevelt

“Çanakkale savaşında Mustafa Kemal’in bulunduğu bölge yoğun topçu ateşi altında kalmasına rağmen, O’na bir şey olmamıştır.. Hatta Mustafa Kemal bizlere nispet olsun diye gözümüzün önünde siperler arasında dolaşmakta ve sigarasını içmektedir. Bu yüzden askerleri O’na bir isim takmışlardır: Efsunlu Mustafa Kemal”.
İngiliz İstihbarat Subayı: H.G. Armstrong

“Bir insanın değerinin ölçüsü, kendi alanındaki üstünlüğünü dostuna, düşmanına kabul ettirebilmesidir. İşte Atatürk, bu yüceliğe erişmiş dahilerden biridir. Bir ihtilalci olarak, modern Türkiye’yi yaratmış, davasında muzaffer olmuş ve yüzyılımızın büyük devlet adamları arasına katılmıştır”.
İngiliz Romancı: Somerset Mangham

“Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk Milletine nasip oldu ve karşımıza çıktı”.
İngiltere Başbakanı: D. Loyd George

“Atatürk’ün dünyanın gidişi hakkındaki görüşleri, insanı ürkütecek kadar doğru çıkmıştır”.
Times Gazetesi

“Kemalizm, yüzyıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı”.
Fransız Yazar: Gerard Tongas

“Atatürk modern Türkiye’nin kurucusu ve ulusunun reformcusudur. Onun güçlü önderliği sayesinde, ortaçağı yaşayan şarklı Osmanlı İmparatorluğunun zihniyeti yıkıldı ve diğer uluslar safında, uygarlıkça ileri, yapıcı bir seviyeye erişen ve durumunu devam ettirebilen modern gelişmiş laik bir Cumhuriyet kuruldu”.
Encylopaedia Britannica

“Kemalizm ne faşizm ve ne de hümanizmdir. Bunların ikisi de ilerlemeyi ve tarihsel evrimi önleyici kuruluşlardır.. Burada ise atılım sağlamak, uygarlıkça geri kalmış ülkeyi çağdaşlaştırmak için devrim yapılmaktadır. Bu Türkiye’nin gerçek devrimidir”.
Yunan Tarihçi: Thomas A. Vaidis

“Eğer Kemalizm yolunu, Türk Ulusunun yolunu tutarlarsa, Türk Ulusu gibi özgürlük hasreti çeken bütün sömürgeler, yarı sömürgeler bağımsızlıklarına kavuşacaklardır”..
Dr. Stephan Ronart

“Gazi Kemal, Padişahı ve Hilafeti ortadan kaldırdıktan sonra, tükenmiş bir imparatorluktan, asıl Türk’lerin yaşadığı toprakları kurtarmış ve ondan Yeni Türkiye Cumhuriyetini meydana getirebilmiştir”.
Alman Yazar: Fon Miköş

“Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz diplomatik sezişi ile düşmanlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti üç yılda memleketine yalnız askeri değil, aynı zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı”.
İtalyan yazar: F. Lerrone Di San Martino

“Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz ona yaklaştıkça, o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza kadar baki kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalacaktır”.
Arriba Gazetesi: Portekiz

“Kemal Atatürk, büyük bir askerdir, fakat barışseverdir ve bütün komşu devletlerle dostluk dileğindedir. Onun sayesindedir ki, Çin’den Tuna’ya kadar bütün uluslar aynı ülkünün çevresinde kardeşçe birleşmişlerdir. Bu ülkü şudur: Özgürlük ve ulusal egemenliği yabancı istilacılara karşı ne pahasına olursa olsun savunmak ve modern bir devlet kurulmasına çalışmak”.
Tchang Yang Ye Lao Gazetesi: Çin

“Lozan!ı o kazandı; son iki yüzyıldır ihtiyar Asya’nın, Avrupa’ya karşı kazandığı ilk zaferdir”.
New York Times Gazetesi: ABD


Türk çocukları! Gerektikçe, göster ezici yumruğunu!


Türk çocuklarının payına düşen, her başarılı atılımdan hep sevinç veren sonuçlar almaktır. Türk çocukları! Yürüdünüz, yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığınız atılımlar sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir. Durmayın, yürüyün! Mutluluk, bolluk, rahatlık, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor.

Türk çocukları!

Son sözümün son kelimesine dikkat!… Gurur, büyüklük, sende zaten vardır; bunu gösterme! Onu, kendi yüksek enerjinin harimine sakla! Gerekirse, büyük alçak gönüllülüğünü göster. Fakat gene gerektikçe, göster ezici yumruğunu! İşte, bu niteliklerinle kanıtlayabilirsin ne olduğunu!.. Benim bugünkü ve yarınki Türk çocukluğundan beklediğim yaradılışından gelen özellik, bu şekilde belirmelidir.

Mustafa Kemal Atatürk; 1936 (Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet Gazetesi, 10.11.1941)

Çok Sesli Müzik ve Opera

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sofya Ataşemiliteri olarak görevli olan Mustafa Kemal, davetli olduğu Carmen’in galasında, zaman zaman durgunlaşarak yapıtı izlemiş ve operanın bitiminde, perdenin en az yirmi kez açılıp kapanmasını, sahneye çiçekler taşınmasını, izleyicinin coşkun alkışlarını, artistlerin sevincini hayranlıkla gözlemlemiştir.

Bu arada yüzündeki burukluğun farkına varan Varna Türk Milletvekili Şakir Zümre’ye eğilip şunları söylemekten de geri durmamıştır: “Balkan Savaşı’nda yenik düşmemizin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Ben Bulgarları çiftçi halk olarak biliyordum. Oysa adamların operaları bile var… Sanatçıları, müzisyenleri, dekoratörleri, hepsi var. Hepsi de eğitimli… Şu opera binalarına bak!”

Kokteyl sonrası Mustafa Kemal ve Şakir Zümre Splendid Palas’a gidiyorlar. Yol boyunca hiç konuşmuyor Mustafa Kemal… Durgunluğu sürüyor… Ve odalarına çekiliyorlar…

Aradan birkaç dakika geçiyor geçmiyor, Şakir Zümre odasının kapısında Mustafa Kemal’i görüyor…
“Uyku tutmadı, biraz konuşalım diye geldim” diyor Gazi heyecanlı bir görünümle…
“Ne kadar müthiş bir olaydı” diye ekliyor… “Çok sesli müzik, çağın gereğidir… Bulgarlar bunu başarmış… Bizim ülkemizde de operaya kavuşacağımız günleri görebilecek miyiz acaba ?”


Çanakkale’de iki defa İstanbul’u kurtaran Mustafa Kemal Paşa bu defa da vatanı kurtaracaktır

Atatürk'ün “Çanakkale kahramanı” olmadığını iddia edenler… Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki “kurtarıcı” rolünü reddedenler… Azılı Atatürk düşmanları… Yalancı tarihçiler… Neredesiniz? Bakın! 31 Ağustos 1921 tarihli Tevhid-i Efkâr Gazetesi burada!



Türkiye bugün siyasal, kültürel, toplumsal, ekonomik, her bakımdan zor günler geçiriyor. Çünkü Türkiye iyi yönetilmiyor. Bugün Türkiye'yi uçurumun kenarına getirenler, her şeyden önce “tarih” bilmiyorlar. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının sayıklamalarını “tarihsel gerçek” diye sahipleniyorlar. Sabah akşam “dış güçler” edebiyatı yapıyorlar. Fakat Atatürk'ün, tarihimizdeki en büyük “dış güç saldırısını” nasıl bertaraf ettiğini, “emperyalist kuşatmayı” nasıl yardığını, “tam bağımsız” Türkiye'yi nasıl kurduğunu görmek istemiyorlar. Atatürk tecrübesinden hiç ders almıyorlar. Tam tersine, Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'ün inkâr edilemez “kurtarıcı” rolünü “inkâr etmek” için ellerinden geleni yapıyorlar. Hatta mazlum milletlerin başarıya ulaşan ilk bağımsızlık savaşı durumundaki Kurtuluş Savaşı'nı “inkâr” ediyorlar. Atatürk'ün göz kamaştıran Çanakkale-Anafartalar kahramanlığını gizlemek için olmadık hikâyeler uyduruyorlar. “Atatürk'ün Çanakkale kahramanlığı, sonradan Kemalistlerce uyduruldu!” diyecek kadar gerçeklerden uzaklaşıyorlar. (Bu tür çarpık ve uyduruk tarihi tezlerine kitaplarımda cevap verdim).

Bugün burada, Çanakkale'den Sakarya'ya Atatürk'ün “kurtarıcı” rolünü inkâr edenlere, bu amaçla tarihi gerçekleri eğip bükenlere, tam 97 yıllık bir belgeyle cevap vereceğim.

ANADOLU İŞGAL ALTINDA

22-25 Temmuz 1921'de Türk orduları Sakarya'nın doğusuna çekildi. Afyon, Bilecek, Kütahya ve Eskişehir Yunan ordularınca işgal edildi. Yunan orduları Ankara'nın 80 km yakınlarına kadar geldi. Meclisin Kayseri'ye taşınması için hazırlıklara başlanıldı.

Kurtuluş Savaşı'nın artık kaybedileceğinin düşünüldüğü o zor günlerde, TBMM, Atatürk'ün ordunun başına geçmesini istedi. Atatürk, 5 Ağustos 1921'de üç ay süreyle olağanüstü yetkili başkomutan seçildi. Türk ordularının ve Türk milletinin tüm sorumluluğu artık onun omuzlarındaydı.

Atatürk, başkomutan seçilir seçilmez millete gitti: 8 Ağustos 1921'de Tekâlifi Milliye Emirlerini (Milli Yükümlülükler) yayımladı. Ordunun ihtiyaçlarını tamamlamak için -savaştan sonra geri verilmek üzere- çarıktan çoraba, çividen silaha, halkın orduya yardım etmesini istedi. Halk elinde avucunda ne varsa orduya verdi. Büyük bir milli seferberlik başladı. 14 Ağustos 1921'de Yunan orduları Eskişehir ve Afyon'dan Ankara'ya doğru harekete geçtiler. 15 Ağustos 1921'de Sivrihisar'ı işgal ettiler.

16 Ağustos 1921'de Atatürk, Türk cephesinin sol kanadını denetlerken İnler Katrancı yakındaki tepede atından düşerek yaralandı. Ankara'ya dönünce bir kaburgasının kırık olduğu anlaşıldı. Ancak 17 Ağustos 1921'de yeniden cepheye döndü. Malıköy yakınındaki Alagöz karargâhına gitti.

ZOR GÜNLERİN DOĞAL LİDERİ

Atatürk başından beri Kurtuluş Savaşı'nın “doğal lideri”ydi: Amasya Genelgesi'ni hazırlarken, Erzurum ve Sivas kongrelerine “başkan” seçilirken, Temsil Heyeti liderliğine getirilirken, Ankara'da TBMM açıldıktan sonra “meclis başkanı” olurken, Sakarya Savaşı öncesi “başkomutan” seçilirken ve daha sonraları önder-lider hep Atatürk'tü. Çerkez Ethem'i ve Enver Paşa'yı Kurtuluş Savaşı'nın lideri olarak görenler çok geçmeden yanıldıklarını anlayacaklardı. Silah arkadaşları, zaman zaman Atatürk'ü eleştirseler de Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar Atatürk'ün liderliğini kabul edip onun liderliğinde birleştiler. Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı liderliği, sonradan Kemalistler tarafından uydurulmadı. Dönemin basınını tarayınca, arşivlere girip Kurtuluş Savaşı belgelerine göz atınca, Kurtuluş Savaşı'nın “doğal liderinin” Atatürk olduğu açıkça görülmektedir. 

Özellikle Sakarya Savaşı öncesi günler, gerçekten çok zordu. Yenilginin artık kaçınılmaz olduğunun düşünüldüğü kahredici günlerdi. Halide Edip'in ifadesiyle Türk Milleti'nin “ateşten gömlek” giydiği o işgal günlerinde lider olmak herkesin harcı değildi.

Falih Rıfkı (Atay)'ın “Çankaya”daki anlatımıyla:

Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Konstantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral, orduları ile Ankara'ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal'e dikte edecekti! Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü. Rum gazetelerine göre artık hiçbir dayatış imkân kalmamıştı. Hürriyet ve İtilâfçıların da fikri bu idi. Saray, yeniden bir Damat Ferit hükümeti kurmak için Kral Konstantin'in Ankara'ya ayak basmasını bekliyordu. (…) Hilâl-i Ahmer'e koşuyorduk. Başlangıçtan beri burası bir vatansever ocağı idi. Gizli Anadolu haberlerini hep oradakilerden alırdık. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. (…) Yalnız Anadolu'dan geldiğini duyup görüştüğümüz bir erkân-ı harp miralayı: ‘Benim bildiğim Mustafa Kemal, Anadolu'nun son tepesine kadar gider, yine teslim olmaz,'diyordu. Son tepe… Son tepe… Ona da razı idik. (…) Ne gazete açabiliyor, ne sokağa çıkmaya katlanıyorduk. İlk mütareke günlerinden de azgın, şımarık ve boğucu bir hava idi…” 

İşte o boğucu günlerinde zafere inananların en büyük umudu Atatürk'tü. O erkân-ı harp miralayının dediği gibi, “Mustafa Kemal, Anadolu'nun son tepesine kadar gider, yine teslim olmaz” diye düşünülüyordu.

Bu nedenledir ki Atatürk, 1919-1922 arasında Anadolu'da her gittiği yerde büyük kalabalıklarca büyük bir umutla, büyük bir coşkuyla karşılanıyordu. Örneğin, 27 Aralık 1919'da Ankara'ya giderken yapılan karşılama “kurtarıcılara has” bir karşılamaydı.

İşgal altında kan ağlayan bu topraklar, Atatürk'ü “kurtarıcı” olarak görüyordu.


Sakarya Zaferi'nden sonra hazırlanıp bastırılan ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri' yazılı kartpostal...Sakarya Zaferi'nden sonra hazırlanıp bastırılan ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri' yazılı kartpostal…

İŞTE O BELGE

Peki, ama Atatürk'e duyulan bu büyük inancın, bu büyük güvenin kaynağı neydi?

O zor günlerde Atatürk'ü Kurtuluş Savaşı'nın “doğal lideri” yapan şey neydi?

Cevap basit!

Hiç tartışmasız Çanakkale Savaşları…

Bakmayın siz bugün kalemini satan Atatürk düşmanlarının yalanlarına! O zor Kurtuluş Savaşı günlerinde Atatürk'ün Çanakkale'de verdiği zor, cesur ve doğru kararlarla savaşın kaderini değiştirdiği, böylece İstanbul'u kurtardığı biliniyordu. 1921 Ağustos ayı itibarıyla Çanakkale'nin üzerinden, çok değil, daha 6 yıl geçmişti. Anafartalar Kahramanı Sarı Paşa, belleklerdeki yerini koruyordu. 1915'te Çanakkale'de düşmanı durduran Atatürk'ün 1921'de Sakarya'da da düşmanı durduracağına inanılıyordu.

Örneğin, Sakarya Savaşı öncesinde, 5 Ağustos 1921'de Atatürk “başkomutan” seçilince, Bursa Mebusu Muhittin Baha Bey mecliste yaptığı konuşmada, Atatürk'e, “Çanakkale'de olduğu gibi Anadolu'da da bir Kemalyeri kuracaksınız” diye seslenmişti.

Örnekleri çoğaltmak mümkün… Ancak elimizde öyle bir belge var ki, başka bir örneğe gerek kalmadan Atatürk gerçeğini gözler önüne seriyor.


İşte o belge!


Bundan tam 97 yıl önce, 1921'de, İstanbul'da yayımlanan Tevhid-i Efkâr Gazetesi adeta Çanakkale'den Sakarya'ya bir “Atatürk köprüsü” kurup çok şaşırtıcı bir öngörüyle Çanakkale'de İstanbul'u kurtaran Atatürk'ün, Sakarya'da da vatanı kurtaracağını yazıyordu.

Velid Ebüzziya’nın Tevhid-i Efkâr Gazetesi, Ankara’ya Yunan ilerleyişinin sürdüğü 31 Ağustos 1921’de, Sakarya Savaşı günlerinde, ilk sayfaya, madalyon biçiminde bir Atatürk fotoğrafı yerleştiriyor. Onun hemen üstüne, siyah kalın harflerle “Mustafa Kemal Paşa mutlaka muzaffer olacaktır” diye yazıyor. Hemen altına da -daha küçük harflerle- bunun gerekçesini belirtiyor: “Çanakkale'de iki defa İstanbul'u kurtaran Mustafa Kemal Paşa, bu defa da vatanı kurtaracaktır. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, bütün bir ümmetin ve bütün bir milletin azm-i istihlas ve i'tilasını (kurtuluş ve yükselme azmini) temsil etmektedir.”

Fotoğrafın altına ise şöyle yazıyor: “Milletin azim ve irade-i istihlas ve necatini (kurtuluş iradesini) temsil eden ve ürkünç düşmanları Anadolu'nun harim-i ismetinde boğacak olan Mustafa Kemal.”

Yazının devamında da Atatürk'ten söz ediliyor, onun Çanakkale'de; Arıburnu'nda ve Anafartalar'da “İstanbul'u iki defa kurtardığı” belirtiliyor. “Savaşın ve tesadüfün akla gelmeyen garip cilvelerinden biri ortaya çıkmadıkça Mustafa Kemal Paşa Sakarya'da mutlaka galip gelecek ve bu zaferiyle yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yenecektir” deniliyor. 

Belli ki, Tevhid-i Efkâr Gazetesi, Sakarya Savaşı sırasında “Çanakkale ve Atatürk” vurgusu yaparken “Ağustos sonunu” bilerek seçiyor. Çünkü Atatürk, 6 yıl önce, 21 Ağustos 1915'te Çanakkale'de II. Anafartalar Zaferi'ni kazanmıştı. Atatürk, Çanakkale'de 24 Nisan 1915'te Arıburnu'nda, 9 Ağustos 1915'te Anafartalar'da, 10 Ağustos 1915'te Conkbayırı'nda ve 21 Ağustos 1915'te ikinci defa Anafartalar'da düşmanı durdurarak en az iki defa İstanbul'u kurtarmıştı.

İnsanların, Kurtuluş Savaşı'nın artık kaybedildiğini düşündüğü, umutsuzluğun kol gezdiği Sakarya Savaşı öncesinde, 31 Ağustos 1921'de, Tevhid-i Efkâr Gazetesi çok iddialı bir şekilde manşetten, “Mustafa Kemal Paşa mutlaka muzaffer olacaktır” diyordu. Tevhid-i Efkâr haklı çıktı. 22 gün 22 gece süren Sakarya Savaşı sonunda Mustafa Kemal muzaffer oldu. Tevhid-i Efkâr'ın ifadesiyle “Mustafa Kemal Paşa, düşmanları Anadolu'nun harimi ismetinde boğdu.” Böylece vatan kurtuldu. 

Atatürk'ün “Çanakkale kahramanı olmadığını” iddia edenler… Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki “kurtarıcı” rolünü reddedenler… Azılı Atatürk düşmanları… Yalancı tarihçiler… Neredesiniz?

Bakın! 31 Ağustos 1921 tarihli Tevhid-i Efkâr Gazetesi burada…


Sinan MEYDAN

20 Ağustos 2018
https://bit.ly/2xnIhcz

ORDULARIMIZIN İZMİR’E GİRİŞİ KUTLU OLSUN

CUMHURİYET TARİHİMİZDE 9 EYLÜL 1922

Türk süvarileri saat 10 00’da salâ sesleri arasında İzmir’e girdi. ABD konsolosunun raporu:

“Türk süvarileri mükemmel bir düzen içinde İzmir’e girdiler.” Mustafa Kemal Paşa saat 15 00’de Nif’e (şimdiki adıyla Mustafa Kemal Paşa’ya) geldi, Belkahve’den İzmir’i seyretti. Bütün Türkiye’de şenlikler, gösteriler artarak sürüyor. General Harrington Çanakkale’yi korumak için hazırlık yapıyor.


ATANAME’den:

-Geçmişi bugüne taşıdım, bugünden de geleceği keşfettim. Konuşmalarımı, düşünce ve eylemlerimi uzak görüşe, uzun vâdeli hesaplara, stratejik seziş ve kararlara dayandırdım. Başkalarının hareketlerini önceden sezmeye çalıştım. Geleceği iyi gördüm. 24 Ağustos sabahı Ankara'dan hareket ederken, yanımdakilere dedim ki: "Taarruz haberini alınca hesap ediniz, on beşinci günü İzmir'deyiz". Ne var ki, bir gün yanılmıştım. Ama kusur bende değil, düşmandaydı. İzmir'e taarruzun on dördüncü günü girmiştim.

-İzmir demişken, tatlı bir hatıramı nakletmeden geçemeyeceğim:

Benim bütün hayatımda pek sevimli geçirdiğim bir gece vardır ki, o da ordumuzun İzmir’e girdiği gün Kemalpaşa’da geçirdiğim gecedir. O zaman oradan geçerken saygıdeğer halkımın, gördüğü her türlü zulüm ve saldırıya rağmen, resmimi koyunlarından çıkararak beni tanıdıklarını ve otomobilime atılarak kucakladıklarını unutmadım.

[ATANAME/ Ufkun Ötesi: 2, 3 ]

Prof.Dr. Cihan Dura

Büyük Taarruz Kararı

" Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı biliyorlardı.

Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit-Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara’da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri’yle görüştükten sonra, o zaman Millî Savunma Bakanı bulunan Kâzım Paşa Hazretleri’ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri’yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür’atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.

Efendiler, artık Büyük Taarruz’dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar-Dumlupınar arasında bulunuyordu.

Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü’nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu.

Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara’dan Menderes’e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilâtı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilâtlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilâtımız da vardı.

Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilâtı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılma, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu.

Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephâne ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.






Sakarya Meydan Savaşı Hakkında

Saygıdeğer Arkadaşlarım!

Milletimizi yok etmek niyetinde ve girişiminde bulunan düşmanlarımız, I. Dünya Savaşı’nda, içinde bulunduğumuz grubun mağlûbiyetinden yararlanarak amaçlarını hızlı bir şekilde gerçekleştirme girişimlerinde bulundular. Herkesçe bilinir ki; ateşkes zamanında memleket ve milletin hayatını savunmak için elimizde var olan bütün araçları almak hususunda girişmedikleri hiçbir yol kalmamıştır. Gerçekten ordumuz dağıtılmış ve elimizde silâhımız, topumuz hemen yok denecek bir duruma getirilmişti. İşte böyle bir zamanda idi ki, düşmanlar amaçlarını tamamen sağlamak için Yunan ordusunu memleketimize saldırttılar. Bu sırada düşman karşısına çıkabilenler yalnız kalp ve vicdanları hürriyet ve haysiyet ateşiyle dolu millet fertleri olmuştu.



Gerçekten Yunan ordusu, karşısında yalnız millî
kuvvetlerden ibaret zayıf bir hat bulmuştu. Fakat, bunun gerisinde millet ve milletin temsilcilerinden oluşmuş olan yüce heyetiniz varlığımızı savunmak için tek vasıtanın ordu olduğunu kabul ederek, böyle bir orduyu meydana getirmek için, bütün yardım ve çabalarını harcamaya başlamıştı. Ancak düşmanlarımız bize bu fırsatı vermek istemediklerinden derhal millî kuvvetlerimizin üzerine hücum ettiler. Ve bunun sonucunda Bursa, Uşak gibi değerli
şehirlerimiz de -İzmir gibi- zoraki düşmanın eline geçti. Fakat, hükûmet, hükûmetimiz bundan etkilenmedi. Ve bir an bile duraksamadan, ordusunu oluşturmak için hazırlıklarına devam etti. Ve bu gayret ve emeklerle, memleketin harp kısmında ordunun ana öncüsü denebilecek bazı teşkilâtlar şekillenmeye başlamıştı. Fakat, düşman bunu mutlaka önlemek için fırsat arıyordu.


Ordunun vücut bulmasını kendi çıkarlarına aykırı gören bazı hainler, İstanbul ileri gelenlerinin, İstanbul’un daima tehlikeyi göremeyen ileri gelenlerinin hareket tarzından da yararlanarak hükûmetimize isyan etti ve düşmanlara katıldı. Bunu çok uygun bir fırsat sayan düşmanlarımız; derhal baskın tarzında Bursa’dan, Eskişehir yönünde taarruza geçtiler. Öyle bir zamanda idi ki, kuvvetlerimiz Gediz ve Simav taraflarında uğraşıyorlardı. Fakat, bu meşgul olan kuvvetlerimiz derhal İnönü’nde toplandı, düşman taarruz ve tecavüzüne karşılık verdi ve ordumuz millî tarihimize Birinci İnönü zaferini yazdı. Gerçekte İnönü’nde bu zaferi kazanmıştık; fakat arzu edilen orduyu meydana getirmek için gereken zaman gecikmişti. Bundan dolayı artık bundan sonra yeniden ordumuzu oluşturmak ve şekillendirebilmek için çalışmaya başlandı. Düşmanlarımız bu hazırlıkların da önüne geçmek istediler. Bu kez daha çok kuvvetlerle ve daha büyük ölçüde, çeşitli yönlerden yeni bir baskın hareketi gerçekleştirmişlerdi. Bu baskın hareketi de yine ordumuz tarafından emniyet ile karşılanmış ve sonucunda da İkinci İnönü zaferini kazanmıştık. Tıpkı birincisi gibi, bu ikinci zafer elde edilmekle beraber ordunun hazırlıkları için yine gecikme olmuştu. Bundan dolayı üçüncü kez yeniden pek büyük emek ve çabalarla ordunun hazırlıklarına devam edilmeye başlandı.


Üzerimize saldıran Yunan kuvvetleri, böyle Türk kuvvetlerine çarparak parçalandıkça, gerçekten bizi yok etmek isteyen düşmanlarımız daha büyük ölçüde önlemler almak, gayret ve hırs uyandırmakla uğraştılar. Ve bütün bu çalışma sonucunda Yunanistan’ın hemen bütün silâhlı kuvvetlerinden oluşmuş son derece mükemmel, donanmış, kuvvetli ve büyük bir ordu Anadolu’nun içerisine saldırdı. Artık düşmanlarımız bir görüşe varmışlardı ki, bu kuvvetli ordu, kuruluş hâlinde bulunan ve hazırlıklarını tamamlamaya zaman bulamayan Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunu tamamen ortadan kaldıracak, memleket ve milletimizi yok etme hususundaki kararlarının uygulamasına hiçbir engel bırakmayacaktır. Bu düşman ordusu, Temmuz ortalarında taarruz harekâtına başlamıştı. Ordumuz bu harekâta karşı bildiğiniz gibi İnönü, Kütahya ve Altıntaş kuzey ve kuzeydoğusunda bulunan uzun bir hatta bulunuyordu. Bu hatta düşmanla savaşmaya başlamıştık. Fakat, daha ilk temasta, düşmanın sayıca ve araç bakımından üstünlüğü görünüyordu. Buna dayanarak ordumuz bu hat üzerinde kesin savaşı kabulden çekinmekle yalnız mevzii savaşlar vererek düşmanı fazla zararlara uğratmakla yetindi. Ve bunun sonucunda ordumuz Eskişehir doğusu ve Seyitgazi hattına çekildi. Böylece bu hatta da görüldü ki düşman ordusunun üstünlüğü kalıcıdır.



Bundan dolayı meydan savaşı vermeden, yalnız düşmanı kayıplara uğratmak için savaşlar yapıldı. Ve bundan sonra ordumuzu biraz daha tamamlamak ve memleketimizin diğer kısımlarında bulunan yedek kuvvetlerin katılımına zaman bırakmak ve herhalde bizim için uygun ve düşman için uygun olmayan bir bölgede Meydan Savaşı’nı kabul etmek uygun görülmüştü. İşte böyle bir kararla ordumuzun ana kısımları düşman ordusu ile olan temasını kesmişti… ve uzak bir mesafede doğuya çekilmiş, yaklaşık 26 Temmuzda Sakarya gerisinde toplanmıştı. Düşmanlarımız ve düşmanlarımızın uygulama aracı olan Yunan ordusu, ordumuzu sıkıştırıp mağlûp edemeyince, elinde yalnız birkaç şehir ve biraz arazinin kaldığını gördü. Ve bunun bir hedef elde edemeyeceğine doğal olarak inanmış oldu. Her halde tasarladıkları hedefe ulaşmak için ordumuzla mutlaka kesin sonuç verecek bir meydan savaşı yapmak mecburiyeti bulunuyordu. İşte biz, bu mecburiyetten dolayı düşmanın mutlaka doğuya yöneleceğine inanmıştık ve Sakarya doğusunda, gelecek olan düşmanı emniyetle karşılamak için lâzım gelen hazırlıklarda bulunduk. Gerçekten, düşman Eskişehir’de o güne kadar oluşan kayıpları gidermek ve ileri yürüyüş esnasında uzayacak menzil hatları üzerinde gereken düzenlemeleri yapmak için 15-20 gün kadar bir zaman harcadıktan sonra 13 Ağustosta ileri yürüyüşüne başladı. 13 Ağustostan 17 Ağustosa kadar Porsuk suyunun kuzeyinden ve güneyinden ve Sakarya’nın yukarı kısmının güneyinden olmak üzere toplam 10 piyade bölüğü ve bir süvari bölüğünden oluşmuş olan kuvvetli ordularını yürüttü. Ağustos’un 17 ve 18’inci günleri bu düşman, Sakarya batısında ana ordumuzla temasa geldi. Düşman belki bizim Mihalıççık ve Sivrihisar’da ciddî bir direnişte bulunacağımızı varsayarak bu hatta kuvvetlerini toplamış olarak hazırlanmıştır. Halbuki bu sahada düşmanla temasta bıraktığımız kuvvetler yalnız süvari bölükleriyle yükü hafif ve küçük piyade müfrezelerinden ibaretti. Ve bunlar düşmanın harekâtını mümkün olduğu kadar geciktirerek ve durdurarak ve teması koruyarak geriye çekilmişlerdir. Özellikle düşman ordusunun sağ tarafı ve sağ tarafının gerisinde faaliyetler gösteren süvari kütlelerimiz düşmanın harekâtına olağanüstü zorluklar çıkardı.

Bu şekilde düşmanın bütün stratejik plânlarını meydana çıkarmıştı. Düşman, Sakarya karşısına geldikten sonra almış olduğu düzenin ordumuza taarruza ve ordumuzu arzu ettiği gibi mağlûp etmeye uygun olmadığına karar vermiş olacaktır ki, 13 Ağustostan 23 Ağustosa kadar önemli bir hareket yapamadı. Bu süre zarfında yalnız stratejik düzenini değiştirmekle uğraştı. Düşmanın bu yeni


stratejik düzeninde takip ettiği görüş, ana kuvvetleriyle ordumuzun sol tarafını çevirerek ordumuzu yok etmek ve ondan sonra Ankara’ya gelip Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmetini dağıtmak ve bütün Anadolu’ya hâkim olmak idi. İşte bu maksada dayanan strateji plânını yaparken bizim nazarımızda meydana gelen aşamalar şunlar idi:

Düşman 1-2 tümenini Sakarya’nın batısında terkettikten sonra geri kalan sekiz tümenini güneye ve doğuya kaydırarak Ilıca vâdisinin güney sahasında doğuya doğru yürütüyordu. Doğal olarak biz de daha çok öncesinden düşmanın bu maksadını keşfetmiş bulunduğumuz için ordumuza ona göre önlem aldırmış bulunuyorduk. Daima düşman sağ tarafı karşısında harekât yapan süvari bölüklerimiz ve yükü hafif piyade bölüklerimiz, düşmanın geri dönüş yollarının üzerine, menzil hatları üzerine birçok hücumda ve devamlı taarruzlarda bulundular. Birçok kollarını vurdular, birçok otomobillerini ve diğer nakliye araçlarını tahrip ettiler, yahut ganimet aldılar ve binlerce düşman Çeltik yakınından geçen menzil hatlarını kuzeye taşımak zorunda kaldı. Düşman 23 Ağustos sabahına kadar tasarladığı plânın bütün uygulamalarını tamamlamıştı. Ve bugün sabahleyin bütün doğuya gitmekte olan kuvvetlerini kuzeye yöneltti ve ileri harekete başladı. Bizim, İnler, Katrancı güneyinde ve onun doğusunda Kirazoğlu ve daha doğuda Mangaldağı denilen bazı mevzilerde ileri bölüklerimiz vardı. Düşman bu ileri bölüklerimize hücum etti. Bazı yerler hafif ve bazı yerler de ciddî ve kanlı savaşlarla müdafaa olundu. Nihayet 23-24 Ağustos gecesi orada bulunan bölüklerimiz zaten kararlaştırılmış olduğu gibi ve önceden aldıkları talimat gereğince geriye, ana mevzilere alındılar. Düşman, aynı günü takip eden gecenin sabahında Beylikköprü civarında da hafif postalarla sağlamlaştırılmakta bulunan kısımdan bir ilâ bir buçuk tümenini nehrin doğusuna geçirmeye başladı. Ağustos’un 24 üncü günü düşmanın Beylikköprü’den doğuya geçmiş olan kuvveti üzerine o çevrede bulunan bölüklerimiz kuzeyden ve güneyden taarruz ettiler. Savaş, akşama kadar ve bütün gece devam etti. Bunun sonucunda düşmanın doğuya geçirmiş olduğu bölükler, olağanüstü kayıplara uğratıldı. Ve hemen köprünün çevresinde ve doğusunda kurulmuş mevzilere kadar sürüldü. 25

Ağustos günü düşman Beylikköprü’den Haymana’nın 20-30 kilometre daha doğusuna kadar uzayan bütün cephe üzerinde genel taaruza geçti. Bu taarruzlar daha başlangıcında yalnız bir nokta ayrı olmak üzere büyük kayıplar ile uzaklaştırıldı ve durduruldu. Yalnız Haymana güney sahasında, Alancık’ın kuzeyinde Türbetepe denilen bir mevziimiz vardı ki, düşman burayı geçici bir şekilde işgal etmiş bulunuyordu. Fakat, aynı günde o çevrede bulunan yedek bölüklerimiz karşı taarruza geçti. Ve çok kahramanca taarruz ve hücumlarla düşmanın oraya varmış olan bölüklerini hemen tamamen denilecek bir biçimde yok etmiş, buradaki düşman askerînin, küçük bir kısmını oluşturan geri kalan kısmını kıyıya atmıştır. Ve bu şekilde aynı günde orası tekrar geri alındı. Bugünkü savaşta düşman bu tepede ve Yıldızdağı civarında olağanüstü kayıplara uğratıldı. Ağustosun 26’ncı günü düşman yine bütün cephe üzerinde genel taarruzlarına devam etmiştir. Ve bu taarruz harekâtında gelişen düşman bölüklerinin bölünmesi şöyle idi:

Bir buçuk tümen kadar kuvveti Beylikköprü ve bunun kuzeyinden hücum ediyordu. İki tümen kadar bir kuvveti Yıldız ve bunun doğusundaki Devidemir mevzilerimize taarruz etti ve bunun daha doğusunda Sapanca sahasında 4-5 fırka kadar kuvveti hücum etti. Düşmanın bugünkü taarruzu bile genellikle her yerde uzaklaştırıldı ve durduruldu ve pek çok kayıplar verdirildi. Yalnız Haymana’nın güneyinde Yamak’ın doğusunda bir miktar arazi kazanmada başarılı oldu. Fakat kısa bir mesafe içinde ilerleyebilen düşman kuvvetleri derhal alınan önlemlerle durduruldu. Bunu izleyen günde, 27 Ağustosta düşman ordusu Sapanca-Yamak arasındaki kısmı ayrı olmak üzere yine bütün cephe üzerine genel taarruz yaptı. Düşman bu taarruzda hiçbir yerde en ufak bir başarı bile kazanamadı. 28 Ağustosta yine düşman gündüz ve gece devam etmek üzere bütün hattımıza taarruz etti. Bu taarruz sonucunda Beylikköprü yakınında ve sol tarafımız karşısında düşman bir kısım arazi kazanmada başarılı oldu. Fakat, buna karşılık özellikle sol tarafımız karşısında yerine konulamayacak büyük kayıplara uğratılmıştır. Bununla beraber düşman, taarruzlarında ısrar ediyordu. Ağustos’un 29’uncu günü yine Beylikköprü’den tâ Dikilitaş ve onun daha doğusunda Büyükgökgöz mevzilerine kadar bütün kuvvetiyle genel taarruza kalkışmıştır. Bugünkü savaş sonucunda Dikilitaş civarında ve onun biraz batısında fazlaca bir kısım arazi kazanmada başarılı oldu. Bunun ardından ordunun merkezini Sarı Hâlil ve Kursak mevkilerinden geçen hatta almayı uygun gördük. Dikilitaş civarında ilerlemeye başarılı olan düşmana karşı tertibat almış olan kuvvetlerimizle düşmanın bir hizaya gelmesi için bütün cephede böyle bir değişikliği uygun bulduk. Gerçekten durum harita üzerinde düşünülürse görülür ki, bugüne kadar bölüklerimizin savunduğu hat, tamamen bir dik açı oluşturmak üzere kuzeyden güneye uzanan Sakarya hattı ve tamamen batıdan doğuya uzanan Ilıca hattından kurulmuş oluyordu. Şimdi biz, bu dik açıyı atarak savunma hattının merkezini geriye almak suretiyle daha kısa, daha yoğun hale konan bir savunma hattına sahip bulunmuş oluyorduk. Yani düşmanın Dikilitaş yönünde biraz arazi kazanmış olması, bize cephe değişiklikleri yaptırttı. Ve bu değişiklikler düşmanın aleyhine ve bizim lehimize olmuştur. Doğal olarak böyle bir cephe değişikliği manzarası düşmanı çok ümitlere düşürdü. Onun için 30 Ağustosta tekrar düşman Beylikköprü bölgesinde ve Sarı Hâlil ile Kursak bölgesinde ve buradan doğuda Büyükçalış yönünde ordumuzun sol tarafı aleyhine olmak üzere genel taarruza geçti. Bugünkü harekât sonucunda düşmanın bütün taarruzları hemen her yerde

başarıyla uzaklaştırıldı. Yalnız Çaldağı batısında hafif bölüklerle sağlamlaştırılmakta olan araziye kolaylıkla girmiş oldu. Bundan dolayı düşman sanırım biraz daha ümitlendi. 31 Ağustosta tekrar bütün cephede taarruzunu sürdürdü ve bu taarruz sonucunda Sivrihisar ve bunun doğusunda bulunan Çaldağı sahasında bir kısım arazi kazandı. Bugüne kadar cereyan eden haberleşmelerden orada gözle görülen durum şu idi: Düşman uğradığı büyük kayıplar yüzünden artık bizim sol tarafımız aleyhine olan taarruzdan tamamen vazgeçti. Fakat, merkezde, hafif tutulmuş yerlerde taarruzunu yenilemekle belki bir sonuç alabileceğini zannettiği kanaati ortaya çıktı. Ve gerçekten 1 Eylülde doğudan kaydırabildiği kuvvetlerin katılımıyla sağ tarafımız aleyhine ve merkeze, Haymana ve Dikilitaş’a kadar olan sahada genel taarruz yaptı. Ve bu taarruzu 2 Eylülde yine sağ kolumuza ve merkezimize karşı yeniledi. Bugünkü taarruz sonucunda düşman Çaldağı üzerinde bulunan bazı bölüklerimizin daha doğuya çekilmesine neden olmuştur. Bu elimizde bulunan harita, Kiepert’in tercüme olunmuş haritasıdır. Elbette bütün dünya bu harita ile harekâtı takip ediyor. Gerçekten bu haritaya bakılınca Çaldağı bütün sahaya son derece hâkim bir mevzi gibi görünüyor. Görünüşte böyle bir mevziin düşman eline geçmesi savaşın artık aleyhimize döndüğü gibi bir fikir verebilir. Fakat Efendiler, bu çok yanlış bir fikirdir.

Daima özünü koruyan, aklını ve ileri görüşlülüğünü koruyan bir ordu için mevziin önemi yoktur. Bir asker her yerde savaşır. Tepenin üstünde, tepenin altında, derenin içinde de savaşır. Bundan dolayı bu kurala uyarak hareket eden ordumuz, Çaldağı’nın düşman eline geçmesinden de hiç endişe etmedi. Çaldağı’nın 500 metre, bin metre doğusunda bulunan savunma açısından daha güvenli ve daha sağlam bir hat üzerinde yerleşti. 3 Eylülde düşmanın bütün cephede sessizliği, yorgunluğu görünüyordu ve birtakım önlemler almakta olduğu hissediliyordu. Fakat, Eylülün dördüncü günü düşman, toplayabildiği kuvvetlerle sağ kolumuz ve merkezimiz karşısında bulunan mevzilerini destekledi ve oradan tekrar taarruza geçmek istedi. Fakat, bu kez düşmanın bütün taarruzları son derece fazla kayıplarla her noktada durduruldu ve uzaklaştırıldı. Düşman gerçekte mağlûp olmak üzere idi veyahut mağlûp olmuştu. Fakat, öyle birtakım emeller peşinde, o kadar hayaller içinde geziyordu ki bu mağlûbiyeti bir türlü kendi kendine kabul etmek istemiyordu. Onun için Eylül’ün beşinci günü bile toplayabildiği son yedekleriyle son bir taarruz ve boğazlanmışcasına bir harekette bulunmaktan kendini engelleyemedi. Gerçekten bütün bu kuvvetlerle yalnız ordumuzun merkezine bir taarruz yaptı. Fakat, bu taarruzu bile büyük kayıplar ile durduruldu ve uzaklaştırıldı. Artık düşman bütün cephe üzerinde taarruzdan vazgeçmek zorunda kaldı ve savunmaya geçmek mecburiyetini hissetti.

Yunan Komutan Papulas

Papulas’ın resmî olarak yayınladığı raporunu burada okudum. O rapora göre Papulas, sanıyorum ki, bugüne kadar cereyan eden savaşlardan ve özellikle 6 Eylülden sonra, kendisince savaşı bitiriyor.

Raporunda kısaca diyor ki: Türkiye ordusunu mağlûp ettim, nehrin doğusunda yerleştim. Halbuki bizim plânımızın yalnız birinci aşaması son bulmuştu. Henüz ikinci aşamasına başlamamıştık.

Gerçekten Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun plânı düşmana istediği yerde savaşmak ve öncelikle onu çarpışmaya zorlamak ve çarpıştıkça kırmak ve beli üzerine atılmaktı, bundan dolayı maksadımızın birinci aşaması tamamen tasarladığımız gibi oluşmuştu. Onun için ikinci aşaması başlıyordu. 6 Eylülde artık düşmanın harekete ve faaliyete gücü kalmadığı tamamen görünüyordu. Fakat, direnişinin ne dereceye kadar kırıldığını anlamak için derhal cephemizin merkezinden karşı taarruza geçildi. Ve yaklaşık iki tümenlik bir cephe üzerinde bu taarruz hareketi yapıldı ve başarılı olundu. Ve zamanın uygun olduğu derecede ileriye gidildi. Eylül’ün sekizinci günü bu harekete devam edildi ve yine elde edilmiş olan başarılar arttırıldı ve artık kanaat geldi ki, düşman ordusunun tepelenmesi zamanıdır. Bundan dolayı daha köklü ve daha genel şekilde hazırlıklara başlanıldı. Eylülün dokuzuncu günü hazırlıklar ile vakit geçirdik. 10 Eylül günü bütün ordu cephesinde ve özellikle düşmanın sol kolu aleyhinde Beylikköprü’nün doğusunda bulunan kuvvetlerine genel taarruz yaptık. Bu taarruzumuz çok kısa bir zamanda gayet büyük sonuçlar verdi. Düşman ordusunun hayat ve ölümüyle ilgili ve son derece önemli olan mevziler kahraman askerlerimiz tarafından derhal işgal edildi. Ve buraları işgal eden düşman, topunu, tüfeğini terkederek perişan bir şekilde Beylikköprü yönünde kaçmaya başladı (Alkışlar). İşte bugüne kadar burada oturmaya, burada yerleşmeye ve karşı harekât için hazırlanmaya karar vermiş olan Yunan ordusu derhal geri dönmeye karar vermiştir. Bu darbe ile düşman ordusunu geri dönmeye zorladık. Gerçekten 11 Eylülde düşman, sağ tarafından başlamak üzere batıya doğru çekiliyordu. Fakat, bizim yönelttiğimiz taarruz o kadar etkili, o kadar yok edici idi ki, buna karşı düşman ordusu, Yunan milletinin gösterebileceği en büyük cesaret, yiğitlik, kahramanlık ne ise onların hepsini göstermek suretiyle karşı koymak ve savunmada bulunmak mecburiyetinde idi. Ve gerçekten öyle olmuştur. Düşman, sağ kolundan getirmiş olduğu kuvvetlerle destek bulmuş ve ordusunun çekilme hareketini yapabilmek için karşı taarruza geçmiştir. 11 Eylül günü düşmanın yaptığı bu taarruzların tamamı kırıcı ve ezici bir şekilde uzaklaştırılmıştır. Ve 12 Eylülde ordumuz şiddetli hareketlerle taarruza devam etti. Ve düşman bütün gayretlerine rağmen en önemli mevzileri süngülerimize bırakmak zorunda kaldı. Kartaltepe, Beştepeler, onun güneyinde uzayan mevzileri bırakmış idi.

Zaten düşman ordusunun maddîyat ve manevîyatı bozulmuş ve sarsılmıştı. Bu darbenin etkisi altında artık düzenli bir çekilme görüntüsünü de kaybederek perişan bir halde; bir an önce nehrin batısına atılmaktan başka bir şey düşünmedikleri anlaşılıyordu. Nihayet 13 Eylülde bu saha düşmandan tamamen temizlenmiş bulunuyordu. Bu sahada meydan savaşı cereyan ederken Afyonkarahisar ve Dinar taraflarında bulunan bölüklerimiz de Uşak, Karahisar hattına taarruz ettiler. Hat ve köprüleri tahrip ettiler. Düşmanın menzil hizmetlerini karışıklığa düşürmek suretiyle buradaki Meydan Savaşı’nın kazanılmasına yardım etmişlerdir. Düşmanın çekilme hareketleri olurken daha önce düşmanın sağ tarafı arkasında bulunan yükü hafif bölüklerimiz derhal düşmanın geri dönüş yolu yönünde taarruz etti ve önüne gelen düşman bölüklerini perişan etti, dağıttı. Ve biliyorsunuz, Sivrihisar’a kadar girdi. Yunan ordusu Başkumandanın şahsına ait eşyasına varıncaya kadar birçok şeyleri ganimet olarak aldı. 13 Eylülden bugüne kadar (ki, bugün 19 Eylüldür) geçen aşamaları kısaca arz edeceğim: Düşman nehrin batısına atıldıktan sonra tamamen çekilmeye devam edecek halde değildi. Onun için öncelikle toplanmak ve ondan sonra yürümek zorunda kaldı. Bundan dolayı mümkün olduğu kadar kuvvetli olarak nehrin geçitlerini tutmuş ve onun gerisinde toplanmaya uğraşmıştı. Bizim ona karşı uygulamak istediğimiz harekât, nehir boyunca yalnız işgal hareketi yapmak ve düşmanın kuzey ve güney tarafları dışından geri dönme yolunu kesmektir, bu hareketimiz şimdiye kadar başarıyla cereyan etmiş ve başarıyla devam etmektedir (elhamdülillâh sesleri). Yalnız çok arzu ederim ki, Düşman daha çok burada uğraşmış bulunsun. Ancak bu hareketin tehlikesini fark etmiş bulunacaktır ki, artık nehrin savunmasından vazgeçerek batıya doğru süratle çekilmeye başlamıştır. En son durum şudur: Düşman ordusu Mihallıççık ile Sivrihisar arasında ve daha çok demiryolu güzergâhında toplanıyor ve oradan geri çekilmek istiyor. Ve bizim bölüklerimiz nehri her noktadan geçmiş. Mihallıççık ve Sivrihisar hattına yaklaşmakta bulunuyor. Kuşatmakla görevli olan kuvvetlerimizden bir kısmı Hamidiye, Mahmudiye, Arapören civarındadır. Yani Seyitgazi’nin kuzey doğusunda ve Alpı köyünün güneyindedir. Diğeri Kuzeyden gelen diğer kuşatma kolumuz Kartaltepe’yi işgal etmiştir ve doğru Alpı yönünde hareket hâlinde bulunuyor. Doğal olarak bu duruma göre düşmanın durumu pek de mutluluk verici olmasa gerekir (Allah daha fena etsin sesleri). Bu ayrıntılı bilgiyi özetlemek istersek diyebiliriz ki; düşman, ordumuzun sol kolunu kuşatmak suretiyle hızlı ve yok edici bir sonuç almak istiyordu. Düşmanın bu stratejik harekâtını iptal ettik. Düşmanı düzen dairesinde savaşa zorlayarak, öncelikle stratejiyle mağlûp ettik. Savaşı cephe savaşına çevirdik. Onun ardından merkezimizi yarmak istedi, bunda da başarılı olamadı. Ondan sonra savunmada kalmaya karar verdi. Taarruz hareketlerimizle bunu da önledik. Ve bu şekilde yirmi bir gün, gecesiyle beraber, devam etmek üzere Sakarya Meydan Savaşı kahraman ordumuz tarafından kazanıldı (şiddetli alkışlar).

Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan savaşı, çok büyük bir meydan savaşıdır. Savaş tarihinde belki benzeri olmayan bir meydan savaşıdır. Bilirsiniz ki, büyük meydan savaşlarından biri olan Mukden Meydan Savaşı bile yirmi bir gün devam etmemiştir. Bundan dolayı ordumuzun savaş tarihine bir örnek olan bu zaferi kazanmış olmasından dolayı Yüce Heyetiniz’i tebrik ederim (Alkışlar). Bu parlak zaferin kazanılmasını sağlayan kişileri yüksek huzurunuzda ve bu kürsüden büyük saygı ve övgülerle anmayı vicdanî bir borç kabul ederim. Genelkurmay Başkanımız Fevzi Paşa Hazretlerinin bu Meydan Savaşı’nda yaptığı hizmetler çok büyük övgülerle anılmaya layıktır. Pek saygıdeğer, faziletli ve değerli olan bu yüce şahıs, savaş alanlarının hemen her noktasında gece ve gündüz hazır bulunmuş ve çok isabetli ve değerli tedbirlerini yerinde, gerekenlere ulaştırmış ve daima sevinç verecek, manevî kuvveti yükseltecek öğütleri bol bol kullanmıştır. Adı geçen şahsın olağanüstü hizmetleri övgüye ve beğeniye değerdir. Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa Hazretleri derin bir zekâ, yorulmaz bir kararlılık, iman ve faaliyetiyle gece gündüz harekâtın en ufak noktalarına varıncaya kadar etkili olmuş ve son derece geniş bir görüşle ordusunu sevk ve idare ederek bu başarı ve zafere ulaştırmıştır. Diğer grup ve kolordu ve tümen, alay ve diğerleri… Kumandanların her biri, birbiriyle yarışırcasına fedakârlık, kahramanlık ve dayanıklılık göstermişlerdir. Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam, yalnız ifadede doğru olabilmek için diyebilirim ki, bu savaş, subay savaşı olmuştur. Bundan dolayı subay arkadaşlarımın en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar değer ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve hakkını vererek anarım. Erlerimizi övgülerden çok yüksek görürüm. Zaten bu milletin evlâdı, başka türlü düşünülemez. Bu milletin evlâtlarının fedakârlıklarının, kahramanlıklarının için tek bir benzeri bulunamaz. Erlerimiz hakkında yeni bir şey eklemek isterim: Kahraman Türk askerî, Anadolu savaşlarının manasını anlamış, yeni bir ülkü ile savaşmıştır.

Efendiler! Böyle evlâtlara ve böyle evlâtlardan oluşmuş ordulara sahip bir millet, elbette hakkını ve istiklâlini bütün manasıyla korumakta başarılı olacaktır. Böyle bir milleti istiklâlinden mahrum bırakmaya kalkışmak hayal ile uğraşmaktır.

Efendiler! Müdafaa-i Milliye Vekilimiz Refet Paşa Hazretleri savaşın bütün cereyanı anında ordunun ihtiyaç duyduğu ve duymadığı her şeyi başarıyla ve zamanında yetiştirmiştir. Bu, zaferin elde edilmesi için birinci etkenlerdendir. Bundan dolayı kendisine teşekkürlerimi sunarım.

Efendiler! Düşmanın pek büyük çabalarla, fedakârlıklarla vücuda getirdiği ve diğer bazı devletlerin de büyük yardımlarıyla destekledikleri gerçekten mükemmel ve kuvvetli ordularını mağlûp etmek için kendimizde bulduğumuz kuvvet ve kudret, davamızın haklılığındandır. Gerçekten biz, millî sınırımız içinde hür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz. Biz, Avrupa’nın diğer milletlerinden esirgenmeyen, hukukumuza tecavüz edilmemesini istiyoruz. I. Dünya Savaşı’nda içinde olduğumuz grubun mağlûp olması yüzünden uğramamız gereken cezayı Suriye ve Irak gibi geniş memleketlerimizin yönetimi ve geleceğinin belirlenmesi hakkını o memleketler halkına bırakmak suretiyle hâkimiyet hakkımızdan vazgeçerek çekmiş bulunuyoruz. Hiçbir mağlûp devletten bu kadar geniş ve bu kadar zengin memleketler alınmamıştır. Bu araziyi bizden almak için yönetimimize yüklenilenlerin tamamı asılsızdır. Ve görünen nedenlerden ibarettir. Çünkü bugün işgal altında bulunan bu memleketlerdeki halkın, medeni olduğu öne sürülen yönetimlere karşı isyan etmekte olmaları, bütün kalp ve vicdanları ile tekrar bizim yönetimimizde bulunmak arzusunu göstermeleri, bizim kötü yönetimimiz hakkında söylenilen, duyurulan konuların ne dereceye kadar gerçekten uzak olduğunu tamamen ispat eder. Hükûmetimizin ve milletimizin Hristiyan unsurlara karşı adaletli bir şekilde hareket etmemiz, geleneklerimiz ve dinimiz gereklerindendir. Ve gerçekten Hristiyanlara adaletli davranıldığına en büyük delil, memleketimizin her noktasında en ufak köyünde bile Hristiyan unsurların Müslümanlardan fazla huzur, refah ve servete sahip olmalarıdır. Eğer bunlar hakkında zulüm ile, gasp ile adaletsizce muamele edilseydi doğal olarak bugünkü hal ve vaziyette bulunmamaları lâzımdı. Bundan dolayı bunun için başka bir delil ve neden söylemeye gerek görmüyorum. Fakat, bu Hristiyan unsurlardan, dışarının kışkırtmalarıyla veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zarara sokmak, ihlâl etmek girişimlerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek çok tabiî ve mecburîdir. Bundan dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini hatalı saymak hiç kimsenin hakkı değildir. Bugün en büyük, en kuvvetli ve en medeni milletlerin bu gibi meselelerde bize göre çok şiddetli ve zorlayıcı uygulamalara girişmekte olduğu herkesçe bilinir. Fakat, bütün dünya bilmelidir ki, sakin ve bağlı halk daima korunmuştur. Ve daima korunacaktır. Hristiyan unsurlardan olanların İslâm vatandaşlarından bir farkı yoktur. Aynı hukuka sahiptir. Ve sahip kalacaktır. Düşmanlarımızın diğer iddiaları da bu arz ettiklerim gibi asılsızdır. Yunanlılar, gasp etmek suretiyle işgalleri altına geçirdikleri bölgelerde çoğunluğun Rumlar’da olduğunu iddia ederler. Halbuki, gerçek tamamen tersidir. Bütün tarafsız istatistikler, bunu böyle göstermektedir ve milletlerarası komisyon raporlarının sonucu bunu doğrulamaktadır. Ve nihayet Londra’da harp bölgelerinde araştırmalar yapılmasını önerdikleri zaman bunu, delegeler heyetimiz kabul ettiği halde; Yunan Hükûmeti reddetmiştir. Çünkü: Araştırmaların sonucu onların değil; bizim lehimize olan gerçeği doğrulayacağına şüphe yoktu. O halde Yunanlılar bizim memleketimizin servetini çalmaktan başka bir amaç beslemiyorlar. Yunanlıların bizim yönetimimiz aleyhinde yayınlamaya devam ettikleri iddialar yazık ki bazı yerlerde kabul görüyor. Fakat, sormak gerekir ki: Onların gösterdikleri medeniyet eserleri nelerdir? Yunanlıların medeniyeti Efendiler, zulme uğramış insanların kanına, malına, canına, ırzına tecavüz ve mâsum kadın ve çocukları katletmektir. İtilâf Devletleri’nin gözleri önünde cereyan eden bu kötülükler, gerçekten Yunanlıların Anadolu’ya getirmek istedikleri medeniyetin iğrenç eserleridir! Evet, Haçlıların kahramanları arasına girmek isteyen Kral Konstantin’in Anadolu’ya ulaştırmaya memur olduğu medeniyetin eserleri: Yangın yerleri ve ihtiyar kadın ve çocuk cesetleridir (kahrolsun sesleri). Mazlûm kanı dökmekten zevk alan Yunanlıların uygulamakla oldukları zulümlere neden büyük devletler göz yumuyorlar? Ve neden bizim millî varlığımızı zarara sokanlara karşı aldığımız önlemlere kıyametler koparıyorlar? Bu sorunun cevabını medeniyet dünyası versin! Kral Konstantin bazı hükûmetlerin hoşuna gitmek için Venizelos tarafından açılan sefere gayet derin dinî amaçları canlandırmak için girişmişti. Hristiyanların asırlarca önce takip ettiği dini gayeleri canlandırmak için Hz. İsa tarafından kendini memur zannetti. İzmir’de ilk karaya çıktığı zaman İzmir şehrine değil, vaktiyle Haçlıların çıktığı yeri seçerek oraya çıkmıştır. O yerin, Eskişehir ve diğer Müslüman Türk şehirlerinin isimlerini değiştirdi. Kral Konstantin, Mareşal Foch ve General Gouraud gibi değer ve askerî şöhretleri bütün dünyaca tanınmış büyük kumandanların doğru öğütlerini gururla reddetti. Kral Konstantin’in arzusu Haçlıların kahramanları sırasına geçmek ve eski istilâcı zalimleri taklit etmekti. Avrupa bu serserilikleri uzaktan seyretti. Fakat, Efendiler, Cenab-ı Hak bize yardım etti (elhamdülillâh sesleri) Yunan ordusu, Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusu karşısında yüz geri etti.

Sırrı Bey (İzmit)- “Senin dehan karşısında…”

Mustafa Kemal Paşa (devamla)- Kuşkusuz, haklarımızı elde edinceye kadar silâhımızı elden bırakamayız. Fakat, bundan bizim aşırı harp taraftarı olduğumuz sanılmasın. Böyle bir anlayış kadar büyük haksızlık olamaz. Biz tersine herkesle barış yapmak istiyoruz.

Efendiler! Barış yoluyla haklarımızı elde etmek için her yola başvurduk. Bu konuda hiçbir kusur etmedik. Fakat, bizim bütün iyi niyetlerimizi, ciddîyetimizi medeniyet âlemi önünde gizlediler. Ve ancak ilkel kavimlere yapılabilir uygulama ile ve çocukça birtakım manasız tehditlerle bizi karşıladılar.

Efendiler! Bütün dünyanın bilmesi lâzımdır ki:

Türk halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti, uşak yerine konulmayı kabul edemez. Her medenî millet ve hükûmet gibi varlığının, hürriyet ve istiklâlinin tanınması talebinde kesinlikle ısrarlıdır (hay hay sesleri). Ve bütün davası da bundan ibarettir! Biz savaşçı değiliz. Barış severiz. Ve bir an önce barışın olmasını görmek ve ona yardım ve hizmet etmek isteriz. Biz, Rusya ile dostuz. Çünkü Rusya, herkesten önce bizim millî hukukumuzu tanıdı. Ve ona uydu (Alkışlar). Bu şart dahilinde bugün olduğu gibi yarın da ve daima Rusya, Türkiye’nin dostluğundan emin olabilir (Alkışlar). Bundan dolayı İtilâf Devletleri bile millî varlığımızı ve istiklâlimizi tanıdıkları halde onlarla da aramızda hiçbir ayrılık sebebi kalmayacaktır. Ve derhal barış ve ilişkiler kurulabilir.

Açık ve gerçek cephemizi tamamen açıklayabilmek için işte bu kürsüden ve kanun yapmaya geniş yetkiye sahip olan yüce Heyetiniz’in başkanı sıfatiyle açıklıyorum ki: Biz savaş değil, barış istiyoruz. Barış yapmaya hazırız ve bence buna engel hiçbir neden yoktur. Eğer Yunan ordusunun bizi kanunî ve haklı olan davamızdan vazgeçireceği düşünülüyorsa, bu mümkün değildir. Görüşün çürüklüğünü anlamak için çok basit bir kıyaslama yeterlidir. Lloyd George 16 Ağustosta Avam Kamarası’nda verdiği nutukta: “Başarılı bir harbi göze almış olan memleketin lehinde davranmak gereğini” kabul ediyordu. Bundan dolayı bu başarıyı, bu zaferi kazanan Türkiye olmuştur. Buna göre Lloyd George’un sözünden dönmeyeceğini ümit etmek isterim. Bununla beraber bizi yok etmek görüşü karşısında varlığımızı silâhla korumak ve savunmak çok doğaldır. Bundan daha doğal ve daha haklı bir hareket olamaz (hay hay sesleri).

Tunalı Hilmî Bey- “Bu çalışma daima zaferle taçlanacaktır. ”Mustafa Kemal Paşa (devamla)-

Efendiler! Askerî harekâtımız hakkında son bilgiyi ve son sözü söylemiş olmak için arz ederim ki: Ordumuz, vatanımız içinde bir tek düşman askerî bırakmayıncaya kadar takip, baskı ve taarruzuna devam edecektir (yaşasın sesleri ve sürekli alkışlar).

https://bit.ly/2wmSBRx

.

Bağımsızlığı ve Cumhuriyeti Savunmak Mecburiyeti

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve geleceğinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. Gelecekde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, içerden ve dışardan kötülüğünü isteyenler /düşmanların olacaktır. Bir gün, bağımsızlığı
ve cumhuriyeti savunmak mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şartlarını düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şartlar, çok elverişsiz bir nitelikte meydana gelebilir. Bağımsızlığını ve cumhuriyetine kasdedecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi olabilirler. Zorla ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi gerçekten işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin içinde, iktidara sahip olanlar aymazlık ve sapkınlık ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, işgalcilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Millet, yoksulluk ve çaresizlik içinde harap ve güçsüz düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin evladı! İşte, bu haller ve şartlar içinde dahi vazifen, Türk Bağımsızlığını ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! (1927)

ATATÜRK’E GÖRE ATATÜRK

İki Mustafa Kemal

İki Mustafa Kemal vardır:  Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933 (Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli   Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor, s. 183)

Fikir Atatürk

Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.    
1929 (Ayın Tarihi, Sayı : 65, 1929)

Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.
(Atatürk’ten B.H., s. 120)

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’*, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
(Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3;İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13)

Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıkların arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli sonuçları kalpleri doldurur. 1937 (Atatürk’ten B.H., s. 6, 128)


Atatürk ve görevin amacı

Yaşamımın bütün dönemlerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her çeşit kişisel duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî yaşamımın ve gerek siyasî yaşamımın bütün dönem ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın gereksindiği amaçlara yürümek olmuştur. 1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 61)

Pekâlâ bilirsiniz ki benim bütün yaşamımda bu ana kadar güttüğüm amaç, hiçbir zaman kişisel olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her neye girişmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve çıkarına olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın üstünlüğünü ve sivrilmemi göz önüne almamışımdır.
1914 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)

Memleket ve milletin kurtuluşu ve mutluluğu için çalışmaktan başka bir amacım yoktur. Bu, bir insan için yeterli bir sevinç ve zevk sağlar. Benimle beraber olan arkadaşlarım, bütün vatandaşlarım da aynı amacı izlemektedirler. Kişisel ve ailevî huzur ve mutluluğun, milletin huzur ve mutluluğuyla ayakta durduğunu, memleketin güvenlik ve dokunulmazlığıyla mümkün olduğunu gerçek ve ciddî bir şekilde anlamışlardır. Ben ve benimle beraber olanlar, hedefimizin yüceliğine, yolumuzun doğruluğuna eminiz. Bunda asla şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Milletimizin, Türk milletinin yakın, uzak tarihine gereği kadar bilgimiz vardır. Geçmişin derslerini, bugünün ve geleceğin yaşamı için göz önünde tutmak dikkatinden mahrum değiliz. Yaptığımız hizmetlerle övünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin, övünç sebebi olabileceği ümidiyle avunuyoruz.
1925 (Atatürk’ün S.D.V,   s. 209)Atatürk ve kutsal tutku

Çevresindekilere söylediği bir söz :

Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, Onları Söyleyin!
(Afetinan, Atatürk’ün BUM., s. 37)

Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri; fakat bu tutkular, yüksek makamlarda bulunmak veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin doyumuyla ilgili bulunmuyor. Ben bu tutkularımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalan dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün yaşamımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.
1914 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 42)

Allah bilir, yaşamımda bugüne kadar orduya faydalı bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması, milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha kanıtlama gereğine çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin şiddeti, ihtimal beni pek fazla aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf ve temiz beyinlerden doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse de uygulattırır.
1912 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 11)

Atatürk ve vicdanî görev

Bütün görevlerin üstünde bizim de bir vicdanî görevimiz vardı; o da, herkesin sudan birtakım görevler yaptığı sırada yaşamımızı, varlığımızı bu milletin bağrına sokarak, onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur!
7920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 106)

Ben görevimin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğunda yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu görev bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal göreve vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mutlu olacağım. Görevime başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin, kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.
1925 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 236)

Biz, eğer millet ve tarih önünde herhangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdanımızda ve sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten, hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz. 1925 (Mazhar Müfit Kamu, E.Ö.K. Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 160)

Millet için özveri

Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir önemi, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus görevini yapmak için ayrıldık. Milletin kendi yaşamını kurtarmak, kendi meşru hakkını savunmak için çıkardığı sese katılmak, her kendini bilen vatandaşın görevidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin yıkıntısı altında, şunun bunun kişisel şerefi de parça parça olur. Biz, o genel şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza engel olabilecek kişisel rütbeleri, makamları da genel şerefi kurtarmaya yönelik bir amaç uğruna feda ettik.
1919 (Atatürk’ün S.D.III, s. 6)

Ben, gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.
1937 (Atatürk’ün T.T.B. IV. s. 590)

Mallarını millete bağışlaması nedeniyle söylemiştir :Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu mille time geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî kişiliğinde olmalıdır!
1937 (Rükneddin Fethi Olcaytuğ, Atatürk Hakkında Düşünce ve Tahliller, 1943, s. 44)

Özgürlük ve bağımsızlık aşkı

Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük atalarımın en değerli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, özel ve resmî yaşamımın her evresiniyakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette
şerefin, saygınlığın, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, kesinlikle o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben kendim, bu saydığım özelliklere çok önem veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için kesinlikle bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir yaşam sorunudur. Millet ve memleketin çıkarları gerektirdiği takdirde insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle uygarlık gereğinden olan dostluk ve siyaset ilişkilerini, büyük bir duyarlıkla takdir ederim. Ancak, benim milletimi tutsak etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım!
1921 (Atatürk’ün S.D.1II., s.24)

Çocukluğumdan beri bir huyum vardır. Oturduğum evde ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben, yalnız ve bağımsız bulunmayı çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var; ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi düşünüş biçimi ve görüşlerine göre bana şu veya bu öğütte bulunmasına katlanmazdım. Aile arasında yaşayanlar çok iyi bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî uyarmalardan korunamazlar. Bu durum karşısında iki davranış şeklinden birini seçmek zorunludur; ya uymak yahut bütün bu uyarma ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Uymak nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarmalarına uyma geçmişe dönme demek değil midir? İsyan etmek, erdemine,iyi niyetine, yüksek kadınlığına inandığım anamın kalbini, görüşlerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s.113)

Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol’un, görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet sorununa* değinmesi ve Atatürk’ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş’e bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakanı Tevfık Rüştü Araş ‘a söyledikleri:Majeste Kral’in söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet başkanına kendi ülkesinden bir parçayı Almanlara terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bir karış toprağını başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar!
1938 (Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası, Cumhuriyet gazetesi, 13.11. 1970)


Atatürk ve cesaret

Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında birçok savaşlara katıldım. Hatta ölüm bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat mermi parçasının şiddetini kırdı.
1928 (Atatürk’ün S.D.11I, s. 82)

Atatürk ve millet

Her zaman tekrar zorunluğunda kalıyor ve tekrarı da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam, eğer ben herhangi bir girişimde önayak olmuşsam bu hizmet ve girişimin temel kaynağı, saygılar ve sevgilerle bağlı olduğum, bundan sonra da saygı ve sevgiyle mutluluk ve refahına varlığımı, yaşamımı vereceğim aziz milletime, sizlere dayanmaktadır. Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, olağanüstü işler yapmaya yetenekli kahramanlar bulunabilir. Ama öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki bir genel duygunun ifadesi, temsilcisi olsunlar! Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde gördüğüm yetenek ve gereksinimi belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu yetenek ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum. Milletimdeki, bugünkü zaferleri doğurabilecek özelliği görmüş olmak… Bütün mutluluğum işte bundan İbarettir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 161)

Arkadaşlarımız ve milletin bütün bireyleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu bana mal etmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî kişiliğine mal ediniz. Ben milletin bu yüksek manevî kişiliği içinde bir önemsiz birey olmakla mutluyum. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir kişilik halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 115)

Milletimle yakından ve gösterişten uzak karşılıklı görüşmenin zevkini, mutluluğunu anlatamam. Her ne zaman milletimin karşısında kendimi görsem, her ne zaman milletimin bireylerinden birkaçının yüzüne baksam, oradan ruh ve vicdanıma gelen ışık, benim için en değerli bir ilham ve verim alevi oluyor!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.2.1930)

30 Ağustos’ta yönettiğim savaş, Türk milletinin yanımda bulunduğu halde, yönettiğim ilk ve son savaştır. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif güçtür.
1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 83)

Yaşamımda en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm güven ve destekdir. Bütün görevlerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem, emanetinizin saygı ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.
1927 (Atatürk’ün TTB. IV, s. 532)

Samimî olarak bu memleketin, bu milletin yararına yapılacak bir iş olsun, ben onu göz önüne almayayım; bu, mümkün değildir. Yalnız, işin gerçekten millete yararı olmalı ve teklifin samimî olarak yapıldığına ben inanmalıyım.
(İbrahim Necini Dilmen, Dilci Şef, Ulus gazetesi 14.XI.1938)

Benim için dünyada en büyük makam ve ödül, milletin bir bireyi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı hakk beni bunda başarılı yapmış ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün sonuna kadar milletin hizmetinde olmakla övüneceğim.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 129)Milletin içinde serbest bir millet bireyi olmak kadar dünyada mutluluk yoktur. Gerçekleri bilenler, kalp ve vicdanında manevî ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamların hiçbir değeri yoktur.
1922 (Atatürk’ün S.D.V, s 24)

Şimdiye kadar millete yapamayacağım bir şeyi vaat etmedim. Ben yapacağım dediğim zaman, buna inanmayanlar vardı. Buna rağmen hareket ettim. Görüyorsunuz ki başardık. Benim ve benimle çalışanların güveni vardır ki, yeni hedeflerimize de başarıyla varacağız. Şimdiye kadar söylediklerimin gerçekleşmiş olması, bütün düşüncelerimin beni yalanlamaması, milletin ciddî ve samimî olarak bana yardımcı ve destek olmasıyla mümkün olmuştur. Onun için yeni amaçlara erişmek için de bu yardım ve desteğe gereksinimim vardır; onu benden esirgemeyiniz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.12.1929)

Atatürk, bizden biridir.
1935 (Şükrü Kaya, Türk Kadım Dergisi, Sayı : 6, 1966, s. 7)

Atatürk ve millet şerefi

Benim şan ve şerefimden söz etmek de hatadır.İyi dinleyiniz öğüdüm budur ki, içinizden herhangi bir adam çıkar, şan, şeref davası güder ve benzersiz olmak isterse, başınızın belasıdır; ilk önce kafası kırılacak adam budur! Bağlı olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir bireyi olmak sıfatıyla şanım şerefim vardır, asla başka değilim.
1923 (Damar Ankoğlu, Hatıralarım, s. 304)

Ben zannediyorum ki, millet bireylerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası oluşturmamış olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız kişilere bırakan anlayış, eski yönetimlerin sistem ve usul sorunundan doğuyordu. Eskiden mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir kişinin çıkarlarını ve arzularını karşılamaya yönelmiş idi. Kişilerin bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu durum mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü yönetimin niteliğindedir.Bu şekil mevcut oldukça, bu makama çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 159)

Sizden olan bir kişiye, sizden fazla önem vermek, her şeyi milletin bir bireyinin kişiliğinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun sorunlarının aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir kişisinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki gerekli değildir.
1925 (Atatürk’ün M.A.D., s. 19-20)

Yabancı ülkelere veya uluslararası konferanslara giden arkadaşlarına söylediği bir söz:
– Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız!
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 549)

Halk adamı Atatürk

Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Atatürk ve sağduyu

Ben, ancak daha iyisini yapabildiğim şeyi bozabilirim; yapamayacağım şeyi de bozmam.      
(Atatürk’ten B.H., s. 86)Ben bir defa söz verdikten sonra ondan şüphe etmeğe kimsenin hakkı yoktur.
1930 (Fethi Okyar, S.C.F.J.N.K., s.49)Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir sonuca götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat bilim ve özellikle sosyal bilim alanına giren işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana bilginler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi biliminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal bilimin güzel yönlerini gösteriniz, ben izleyeyim.
1923 (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, s. 316)

Evlilik ve çocuk sevgisi
Ben, sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile yaşamı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 25)

Yaşam kısadır. Bunu kutlama ve taçlandırma için, insanların genellikle uygun gördükleri yol evliliktir. Bu genel kurala uymayanlar, pek sınırlı ve benzerleri azdır. Bu kural dışını oluşturanlar da, esas kuralın fenalığından değil ve fakat tersine bu güzel kurala inanmadan kendilerini alıkoyan sebeplerin etkisinde kaldıklarından, belki evlenmiş olmaktan korktuklarından fazla mutsuz olanlardır. İnkâr edilmez bir gerçektir ki insanlar, yaşam, kadınsız olamaz. Evli olanlar, yaşamın vazgeçilmezini temin etmiş ve bütün düşünce ve isteklerini bir maksat, bir meslek, bir amaca yöneltmiş olur. Ancak talih, eşlerin ruh ve kalplerini iyi geçindirsin!
1914 (Salih Bozok-Cemil S.Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, s. 172)

Yeni evlenen bir kişinin gönlü yaşam, aşk ve mutluluk duygularıyla doludur. Bu, en değerli bir zamandır. İnsanlar, yaşamında bu parlak ve sevinçli dakikaları, ölünceye kadar hep aynı şekilde duygulanarak pek önemli ve yaşamı için tarihsel bir olay olarak anar. Ben, bunu denemedim; fakat, az çok yaşamı ve insanları incelediğim için bu sonucu buldum. Yaşamın çeşitli yönlerinden birkaçını görenler, evlendikten sonra keşfedilmemiş yönlerini de ister istemez gözlemlerler. Bu gözlemleme, pek tatlı olabildiği gibi pek acı da olabilir.
1914 (Salih Bozok-Cemil S. Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, s. 171)

Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu güç işte örnek İsmet Paşa’dır. Benim yaşamım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen deneyimini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş…

Çocuk sevgisi insan için bir gereksinimdir. Hele yaş ilerledikçe bu gereksinim kendisini daha kuvvetle duyuruyor. Onun için de Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum.
1936 (Abdülkadir İnan, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 25, 1964, s. 62)

Çocukluk ne güzel… Çocuklar ne sevimli, ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? İkiyüzlülük bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi açıklamaları…
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s 78 – 79)

Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara söylemiştir: Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!
1922 (Atatürk’ün S.D.V., s. 30)

Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca "Sen büyüklerin konuşmasına karışma!" der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket! Halbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş
olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 79)

İnsan Atatürk

24 Temmuz 1922 aksamı Konya’da General Townshend şerefine verdikleri ziyafette, yemeğin sonlarına doğru elindeki mercan tespihi General’e uzatarak söyledikleri:

– Biz Türklerde bir âdet vardır. Misafirimize ne olursa olsun bir hediye veririz. Ben soylu bir milletin alçakgönüllü bir Başkomutanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum.

Ve sofradan kalkılacağına yakın da kolundaki saati çıkararak General’e söyledikleri:

-Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz subayının kolundan çıkardığını söyleyerek, getirdi. Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz, çok memnun olurum.
1922 (Yücel Mecmuası, O’ndan Hatıralar, Cilt: XVI, Sayı: 91-92-93, 1942 s. 15)

Uluslararası Mark Twain Derneği tarafindan "Türk milletine neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği" gerekçesiyle kendisine madalya verilmesi üzerine söyledikleri:

-Yaşamımda işittiğim en büyük kompliman, budur. Benim insan tarafımı övüyorlar!  

1937 (Atatürk’ten B.H., s. 59-60)

Bir alay karargâhının temel atma töreninde bir koyunun temel için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu gördüğü zaman, yanında bulunan İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma:Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur.Şehinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve kanlı savaş meydanları?…

Atatürk -Ha, o başka sorundur; öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s.43)

Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
(George Benneb, Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 33)

Ben, savaşlarda dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının uygulanmasını düşünürüm.
(İzzettin Çalışlar, Tan gazetesi 31. 8. 1937)

Bir sohbet sırasında Fransız Büyükelçisi’ne söylemiştir:Ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum; ama büyük törenlerle karşılanacağım Paris’i değil! Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya, gençlik anılarını tazelemek için… Böyle olunca da "kendini tanıtmayarak" belli olmadan gitmek isterim; yoksa törenlerle karşılanmak için değil!
(Cevat Dursunoğlu, Son Havadis gazetesi, 10. 11. 1955, s. 3)

Ben başkalarının yaptığı ilkelere değil, ancak kendi ilkelerime uyarım. (Mim Kemal, Yakınlarının Ağzından Atatürk, Yazan:Salâhaddin Güngör, s. 105)

Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat âşığıyım.
(Yusuf Ziya Özer, TTK. Belleten, Sayı: 10, 1939, s. 286)

Hiçbir zaman kişisel gücenikliklerimi, birtakım olumsuz girişimlerle tatmine kalkmak adîliğine tenezzül etmem. 1914 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)

Samimî dostlarımız, sevdikleri tarafından bir işkenceye mahkûmdurlar ve bu işkence de sevdiklerinin dertlerini dinlemektir.
1922 (Atatürk’ün S.D.ll, s. 38)

Düşmanları için söylemiştir:

Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır; onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 532)

Mutlu olup olmadığı sorusuna verdiği cevap: Evet, çünkü başardım!
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935, s. 262)

Benim herkesin dışında olduğuma dair bir yasa yoktur.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 273)

Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s. 44)

Beni, milletim nereye isterse oraya gömsün; fakat, benim anılarımın yaşayacağı yer Çankaya olacaktır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 23)