CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Atatürk’ün Tarih Öğretmenleriyle Bir Sohbeti

Atatürk’ün Tarih Öğretmenleriyle Bir Sohbeti

Öğretmenimiz Mim Kâzım (Kızıltuğ) anlatıyor:

“Kış aylarının kasvetli günlerinden biriydi. Okulda yatılı öğrenciydik. Dersimiz Tarih’ti. Kıymetli öğretmenimiz Cemal Bey:

—Çocuklar, size başımdan geçen, hayatımda asla unutamayacağım bir hatırayı anlatacağım… Dedi ve sözüne şöyle devam etti:

—1930 yılında gene böyle bir yatılı okulun Tarih muallimi idim. Dersimiz, Yeni Çağlar idi. Ben hararetli bir şekilde konuyu anlatıyor, misaller göstererek öğrencileri bilgilendiriyordum. Birden kapı açıldı, içeriye okul müdürü ile Büyük Gazi girdi. Heyecanlanmış ve şaşırmıştım. Dersi keserek yanına gittim. “Hoş geldiniz Paşam.” dedim. Bana ve öğrencilere tebessümle iltifat ederek:

—Hocam dersinize devam ediniz. Dedi.

Dersten sonra Müdürlük odasında toplanmıştık. Gazi, Tarih öğretmenlerine hitaben dedi ki:

—Sizler, üzerinize büyük bir mesuliyet almış bulunuyorsunuz. Genç dimağlar, ancak sizlerden ilham alacak ve kurtulan vatanı mamur kılacaklardır. Bir talebe, Cebirden bir formül unutabilir, kimyadan belki bir madeni hatırlayamaz. Fakat Efendiler; bir talebe, tarihini asla unutmamalıdır ve ona tarihi unutturulmamalıdır. O talebe, şanlı tarihinin bir sahifesini unuttuğu gün, memleket uçuruma yuvarlanıyor demektir. İşte kıymetli Tarih muallimi efendilerden isteğim şudur ki, verdikleri derslerin mesuliyetini idrak etsinler ve ona göre ellerine teslim edilen genç dimağlara hakikatleri işlesinler. Bu yapıldığı gün, Tarih muallimleri, memlekete en az kanını tarihi için dökmüş kahramanlar kadar hizmet etmiş olurlar. Aksi halde kabahat tarihini bilmeyen gençte değil, muallimdedir. Bunu asla affetmem.”



ATATÜRK'ÜN 2923 NUTKU

 1923 NUTKU


"Sayın gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak. Size, Türk gençliğine bırakacağımız vicdani emanet, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız

Milletin yükselme gerek ve şartları için yapılacak şeylerde, aulacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti o yükselme merhale- sine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız.

Bunun için dimağlarımıza, irfanlarımıza, bil gimize, icap ederse bileklerimize, pazılarımıza, bacaklarımıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız. Bu millet, sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgun- luk derecesini bulacaktır.




Heredot tarihi der ki, Anadoluya Şakalar / İskitler hakimdi

 LÜTFEN BU YAZIYI OKUYUN, OKUTUN, ARŞİVLEYİN...

"Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda çıkan kemiklerin DNA analizleri şaşırtıcı gerçekleri ortaya koyuyor.

Herodot tarihi der ki;

M.Ö.625 yılında Zile yakınlarında Pers ordusu bir hile ile Saka/iskit ordusunu(Alper Tunga'yı) yenene kadar tüm Anadolu"ya Saka'lar hakimdi.

Saka'lar MÖ. 5. Yy.da Altından elbise yaparken, o tarihte ne Rus vardı, ne Alman ne de Fransız vardı.

Biraz daha geriye gidelim...

Sümerlere( yani orta asyali Kengerler)

Turukku'ya, "Türk" Turku krallığına gidelim...

Çünkü Anadolu medeniyetini kuranların eski Yunan Medeniyeti olduğu tezi bize yıllardır yutturulmustu ya.... biraz öfkeliyiz bu tarihi yalanlara karşı!

Iste, şimdilerde dünya çapında Arkeoloji Profösörleri topraktan çıkardıkları kemiklerin Dna'larıyla o yöredeki köylülerin DNA'larını karşılaşınca şok geciriyorlar.. çünkü Dna'ları yüzde 97 uyumlu.

Örneğin;

Antik Burdur -İsparta tarihi Aglasun kazılarından...

Burdur ve Isparta'da ki SAGALASSOS uygarlığı da Ön-Türk uygarlığı çıktı.

Belçika LEUVEN Katolik üniversitesi'nden Prof.Dr. Matc WAELKENS, Ağlasun kasabasında yaptığı kazılar esnasında ortaya çıkan kemiklerin DNA’sını köylülerle karsılaştırınca şok oldu. Toprak altından çıkan 6-8 bin yıl öncesinin kemikleriyle çalıştırdığı işçi-köylülerin dna'sı yüzde 97 aynı çıktı) yani onlar da Ön-Türklerin bir kolu olan SAGALASSOS çıktı.

Frigya'si da boyle Yazilitaşı da böyle,

Urartu'su da böyle Hitit' i de boyle...

Eskiden Batılı Arkeolog"lar buluntuları çalıp çırpıp ülkelerine kaçırıp, Anadolu tarihini uyduruk Helen diye bize kakalasalar da bizimkiler de aksini ispat etmeyi başarıyor hele şükür...

buna bir örnek de Assos;

Assos"u kuranlar da Ön-Türklerin bir kolu Lelegler ve Pelasglar çıktı....

Ey Atatürk sen ne büyuk adam çıkıyorsun her geçen gün böyle...

Teee Alacahöyük kazılarını yaptırdığında bunları söylemiştin, sana inanmayanlar utansın!

Kemalist tarih tezi diye küçümseyip kenara atılan "Türk Tarih Tezinin Ana Hatları" kitabını okullardan kaldırtanlar utansın!...

Anadolu uygarlığını eski Yunan'ın kurduğu tezi bize yutturuldu demiştik!

Oysa Helenlerin bile 3/4'ü Ön-Türk çıktı.

Ön-Türk Pelasglar ile Kuzey Batı Avrupa topluluğu olan Dorların karışımından oluşmuş Helenler.

Daha sonra da bu karışıma diğer Ön-Türk halkları Traklar ve Mekadonlar eklenmişti.

Sırada ne var?

Tabi ki Göbeklitepe Ön-Türk uygarlığıyla, Turukku krallığı ve yine Urumiye deki Urmu teorisini de ögreteceğiz halkımıza...

S.N Kramer ile Prof. Osman Turan hoca,

Sümerce'deki 950 kelimenin kokeni Türkçedir dedi veeee batıda ki diyaspora tarihcileri sus pus oldular....

Ahh bu kelimeler Türkçe degilde, örnegin; Yunanca yada Ermenice çıksaydıııı....

o zaman dünyayı ayağa kaldırırlardı...

Anladınız sebebini de değil mi?...

Sonuç:

Q Bugün Hun/Macarlardan, Almanlara, İtalyanlardan (Etruksler=Ön-Türklerin bir kolu), İspanyol'a, hatta İngiliz ve İskoclara kadar neredeyse tüm batı tarihini Sakalara /Iskitlere bağlama telaşında....

Hemen hepsi köklerini Azerbaycan'in Gobulistanına, Albania'sina, Gabanasına ve daha kuzeyine bağlamaya basladı...

çünkü biraz geri gidince tarihleri kökleri olmadığını öğrendiler.

Antik Yunan tanrılarının bile Mısırdan çalıntı olduğunu öğrendiler.(bunu ilk kez Herodot da demişti ama her ne hikmetse unutmuslardı...)

Batı artık "Kara Atena" yı yazdı...

tarihi ile yüzlesip köklerini Türklere bağlıyor....

Bu aslında iyi bir şeydir, ticari açıdan da tarihi bir firsat olabilir. İs bilenin demiş atalarımiz...

Artık Turklüğümüzle Atatürk gibi gurur duyabileceğiz, tabi Atalar kültüne inanan bizim gibi köklü hissiyati olanlar duyacak... "


Bahtiyar Aydın.

26 Ağustos 2018 Istanbul


Fotoğraf, Atatürk, Millet Çiftliği'nde.

Yalova/1930



Evrensel Işık Atatürk'ün son sözü

 Aleykümselâm


Çocukluğu yatılı okullarda geçti.

Hayatı boyunca cephelerdeydi.

Hep olumsuz fiziki şartlarda yaşadı.

Bu nedenle, 

ömrü boyunca sağlık sorunlarıyla boğuştu.

Manastır'da, 

henüz 15 yaşındayken sıtmaya yakalandı, 

tek başına evine gidemeyecek haldeydi, 

annesi Zübeyde geldi, Selanik'e götürdü, 

iki ay ateşler içinde yattı. 

Ölümden ilk dönüşüydü.


1912'de Derne'deyken 

dişlerinden rahatsızlandı, apse yapmıştı, 

Diş Hekimi yoktu. 

Kendisi gibi kaçak olarak Trablus'a gelen Cerrah Mim Kemâl tarafından dişi çekildi.

Derne'de vuruşurken, 

uçaktan bomba atıldı, şarapnelden sıçrayan kireçtaşı parçası sol gözüne girdi, 

gözü kan doldu, yanıklı yara oluştu.

Mendille bağlattı. 

Çarpışmayı bırakıp hastaneye gitmedi.

Üç ay o halde direndi.

Şiddetli ağrılar yüzünden okunuyordu, günışığına bile bakamıyordu.

Kuşçubaşı Eşref Bey, 

o günlere dair hatıralarında şunları yazmıştı: “Mustafa Kemâl Beyin ağrıları nüksettiği zaman ne oturabiliyor, ne yatabiliyordu, 

acilen bir göz uzmanı tarafından 

muayene edilmesi lâzımdı, 

Avusturyalı profesör Fuchs'a gitmesi istendi, karşı çıktı, ‘Bu hayati devirde sizleri yalnız bırakıp nasıl giderim, zaten kaç kişiyiz' diyordu.”


Kasım 1912'de Trablus'tan ayrıldılar, 

Viyana'ya gitti, profesör Ernst Fuchs tarafından sol gözünden ameliyat edildi, 

10 gün orada kaldı.


Ağustos 1915'te 

Conkbayırı'nı temizlemek için 

süngü hücumu başlatmıştı, 

karşıdan yoğun top atışı vardı, 

göğsüne bir şey çarptığını hissetti, 

üniforması yırtılmıştı, kan yayılıyordu, 

sağ cebindeki saatine şarapnel isabet etmişti. Can arkadaşı Conker yanıbaşındaydı, 

başından aşağı kaynar sular döküldü, “vuruldun” diye mırıldandı. 

Nuri'nin ağzını kapattı, “sus” dedi, 

“sus, Asker duymasın.”


Eylül 1915… 

Çanakkale'de günlerce gecelerce 

yağmur altında kalmışlardı, üşütmüştü, 

yüksek ateşi vardı, titriyordu, 

öksürükten neredeyse ciğerleri parçalanıyordu. Tabip Yarbay İbrahim Tali Bey 

hatıratına şunları yazdı: 

“Kendisini ciddi surette hasta buldum, İstanbul'da tedavi edilmesinde ısrar ediliyordu, kabul etmiyordu.”

Liman von Sanders duymuştu, 

çadırına ziyarete geldi, bitkin halde buldu, derhal emir verdi, 

Almanya'nın İstanbul büyükelçiliğinde görevli doktor Ernest Jackh'ı getirtti.

Doktor Jackh ilk muayenesinden sonra 

hatıra defterine şu notu düştü: 

“Mustafa Kemâl ağır surette hastaydı, malarya'ya (sıtma) yakalanmıştı, 

o kadar zayıflamıştı ki ilkin tanıyamadım.”

İyileşmesi 20 gün sürdü.


1918… 

Vahdettin'le Almanya seyahatinden dönmüştü, Pera Palas'ın 101 numaralı odasında 

böbrek ağrısıyla kıvranıyordu.

Sol böbreğinde kolibasiline bağlı 

iltihap saptandı, 

doktor arkadaşı Rasim Ferit'in ısrarıyla Viyana'ya gitti, Cottage Senatoryumu'nda 

üç hafta yattı. 

Tedavisini üstlenen Profesör Zuckerlandl, Karlsbad'a gitmesini, Profesör Vermer'in kontrolüne girmesini tavsiye etti.

Kaplıcalarıyla ünlü şirin bir şehirdi, 

iki oda bir salon apartman dairesi kiraladı, 

her sabah saat 8'de düzenli olarak 

hamama gidiyor, klasik müzik yayını 

yapılan binada sıcak su havuzlarına giriyor, buhar banyosu yapıyordu. 

Hemşireler görevliydi, banklarda ter atanların başından aşağı uzun saplı maşrapalarla 

sıcak su döküyorlardı.

Profesör Vermer'in reçetesiyle diyet yapıyordu.

Ekmek yok, tereyağı yok, şeker yok, süt yok, kahvaltıda şekersiz kahve içiyor, 

sadece iki yumurta ve biraz bal yiyordu.

Öğle yemeğinde bir porsiyon balık, 

bir porsiyon nohut, mercimek veya fasulye, 

bir porsiyon meyve, sonunda komposto vardı.

Akşam yemeğinde bir porsiyon 

ızgara tavuk göğsü, entremets tabir edilen porsiyonlar arası minik tatlı, omlet, 

sonunda gene komposto.

Gün boyunca ve özellikle yatarken bol bol mineralli su içiyordu.

Yemeklerini, 

kaplıcanın müşterilerine tahsis ettiği 

yaşlı bir kadın hazırlıyordu, öğleden sonra yine kaplıcadan bir kadın personel 

apartman dairesine geliyor, böbrek çevresine sıcak kompres ve çamur tedavisi uyguluyordu.

Çamur tedavisi hakkında 

“faidesinin derecesini Allah bilir, 

ben tatbikinden bir şey anlamadım” diye 

not almıştı.

Arada kaçamak yaparak restorana gidiyordu, diyet programının dışına çıkıp, 

bol ekmekli yemek yiyor, 

bir kadeh parlatıyordu.


Şubat 1919… 

Samsun'a gitmek üzere 

son hazırlıklarını yaparken, 

İspanyol gribi'ne yakalandı, 

yüksek ateşle yanıyordu.

Samsun'a birlikte çıkacağı arkadaşlarından Doktor Refik Saydam tarafından 

tahlilleri yapıldı, ilaçları verildi, 

Prenses Mevhibe Celalettin 

17 gün boyunca başından ayrılmadı.

Evde yatmaktan çok sıkılmıştı, 

“beni askeri okula alırken bile 

böyle sıkı muayene etmediler” diye yakınıyordu.


Mayıs 1919, 

Samsun'a çıktı, sıtmaya yakalandı, 

ömrü boyunca yakalandığı 11'inci sıtmaydı. Tersiyana cinsiydi, 

ateşi nöbetler halinde iniyor, yükseliyordu. Yatıp dinlenmeye vakti yoktu, 

mecburen ayakta geçirdi.

Bir yıl sonra 1920'de 

Ankara Cebeci Hastanesi'nde 

Doktor Arif İsmet Çetingil tarafından yapılan tahlillerinde ortaya çıktı ki, kanında bir yıl sonra bile hâlâ sıtma mikrobu vardı.


Nisan 1920'de 

TBMM'nin açıldığı günlerde böbrek sancılarıyla kıvrana kıvrana dolaşıyordu. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu o günleri 

şöyle yazmıştı: 

“O arbedede böbrek hastalığı vardı, 

ıstırap çeker, belini tutardı. 

Sıkı tedavide bulunması lâzım geldiği halde sabaha kadar orada otururdu. 

Doktorlar sıcak suya girsin demişti, 

banyo yoktu, tenekeden bir küvet yapmışlardı, oraya yatardı, biraz açılırdı, ondan sonra gene meclise gelip lâf anlatması lâzım gelirdi.”


Mart 1921… 

İkinci İnönü Savaşı sırasında sol yanağında çıban çıktı, aniden büyüdü. 

Operatör Doktor Ömer Vasfi bey tarafından çıban delindi, iltihapı aletle emildi.


16 Ağustos 1921, 

Sakarya Savaşı arefesinde ayağı üzengideyken atı ürktü, sırtüstü düştü, 

sol kaburga kemiklerinden üçü kırıldı. 

Ciğerine baskı yapıyor, 

nefes almasını güçleştiriyordu. 

Yaveri Muzaffer Kılıç göğüs kafesini 

tahta parçalarıyla sardı, iple bağladı.

Cebeci Hastanesi'ne gitti, röntgen çekildi, 

kırık bölgesinde kan birikmişti, 

hastanede yatmayı kabul etmedi, 

bandaj yaptırdı, 

17 Ağustos sabahı cepheye hareket etti.


Mart 1922'de 

Akşehir'deyken böbrek rahatsızlığı nüksetti. 

15 gün ilaç tedavisi gördü. 

Not defterine şunları yazdı: 

“Sol böbreğim mustarip ediyordu, 

yatmaya mecbur oldum, 

Doktor Hulusi Bey geldi, fazla olarak 

kâlbimde ritm bozukluğu buldu, 

bütün gece mustarip.”

Akşehir'deki 15 günlük ilaç tedavisine rağmen sancıları azalmadı. 

Ilgın kaplıcalarına gitti, üroloji uzmanı 

Tabip Binbaşı İhsan Arif Derman'ın nezaretinde iki gün kaldı, biraz olsun rahatladı.


29 Ekim 1923, 

CUMHURİYET ilân edildi, 

Meclis'teki teşekkür konuşmasını 

şaşırtıcı derecede kısa tuttu. 

Çünkü, diş protezlerini yeni takmıştı, 

henüz alışamamıştı, 

konuşurken hem damağını acıtıyordu, 

hem de ıslık sesi çıkıyordu.

Savaş dönemlerinde mecburen ihmâl ettiği 

diş eti sorunları yüzünden, 

dişlerini erken kaybetmişti, 

üst dişleri komple hareketli protezdi, 

dişlerinin ölçüsü o zamanın ilkel şartlarında alçı'yla alınmıştı, 

ayrıca iki altın kaplama dişi vardı.


11 Kasım 1923… 

Çankaya'da Latife'yle öğle yemeği yiyorlardı. Aniden elini göğsüne götürdü, 

yüzü acıyla kasılmıştı, sol kolundan 

göğsüne doğru şiddetli ağrı hissediyordu. Tesadüfen, 

Doktor Refik Saydam da masadaydı, 

kâlp ilaçları ve morfinle müdahale etti. 

20 dakika kadar uzandı. 

“Geçti” dedi, tetkik yapılmasına izin vermedi.

İki gün sonra bahçede dolaşırken 

yine fenalaştı, göğsünde 

aynı ağrıyı hissetmişti. 

Tedavi kabul etmediği için, 

bari dinlenmesi konusunda zorla ikna edildi, İzmir'e gitti, Latife'nin köşkünde iki ay dinlendi.

1923'ten itibaren burun kanamaları başlamıştı, pamuk tıkıyor, sırtüstü uzanıyor, 

böyle böyle idare ediyordu.

Köşkün çalışanlarını tembihlemişti… 

Kanlı havlular, yastıklar gizlice 

yıkanıp ütüleniyordu, 

Doktorların haberi olmuyordu.


27 Mayıs 1927'de 

üçüncü defa kâlp spazmı geçirdi.

Refik Saydam'ın önerisiyle 

Berlin Tıp Fakültesi direktörü 

Profesör Kraus ve 

Münih Tıp Fakültesi direktörü 

Profesör Romberg, Ankara'ya getirildi, konsültasyon yapıldı, 

“sigarayı derhal bırakmalı” denildi. 

Bu teşhis ve tavsiye maalesef hiçbir işe yaramadı, bırakmadı.


1936… 

Bacaklarında kaşıntılar başladı, dayanılmazdı, karaciğer yetmezliğinin belirtisiydi ama, kondurulmadı.

“Karıncalar yüzünden oluyor” zannedildi!..

Bu tuhaf fikir kimden çıktı bilmiyoruz ama, 

o gün itibariyle apaçık arazinin ortasında yeralan Çankaya Köşkü'nde gereğinden fazla karınca vardı, bu fikir herkese makûl gelmişti.

Dip köşe ilaçlama yapıldı.

Hem de öyle böyle değil, 

askeri harekat yapar gibi ilaçlama yapıldı.

Milli Savunma Bakanlığı 

Zehirli Gaz Şubesi'nden görüş alındı, 

gemilerde fare öldürmek için kullanılan hidrosiyanik asit'te karar kılındı, 

Yavuz zırhlısından uzman Subaylar getirildi, Mustafa Kemâl Yalova'dayken 

Çankaya ilaçlandı.

Bütün pencereler kapılar 

zamklı bezlerle kapatıldı, 

içeriye yoğun gaz verildi, 48 saat böyle tutuldu, havalandırıldı, dedektörlerle kontroller yapıldı, yetmedi, köşkün zemini 

kreozot solüsyonuyla yıkandı.

Beş gün sürdü.

Elbette karıncalarla alâkası yoktu.

Kaşıntılar şiddetini arttırarak devam etti, bacaklarında yaralar oluştu, 

cildiye uzmanları çağırılıyor, 

merhemle çare aranıyordu.

Yine karaciğer yetmezliğine bağlı olarak 

burun kanamaları da 

durdurulamaz hale gelmişti, 

koterizasyon yapılıyordu, 

yani kanayan noktalar elektrikle yakılıyordu ama, sonuç alınamıyordu.

Çoook çok önemli iki yıl, 

maalesef bu şekilde heba edildi.


10 Haziran 1937… 

Trabzon'daydı. 

Akşam yemeği sırasında ayağa kalktı, 

ellerini cebine soktu, cebi dışarı çıkardı, bomboştu, 

“paraya ihtiyacım yok, 

gerekirse bana Milletim bakar” dedi.

Ertesi gün, 11 Haziran 1937… 

Trabzon'dan 

Başbakanlığa resmi yazı gönderdi, 

sahibi olduğu tüm taşınmazları 

Hazine'ye bağışladı.

Durup dururken niye böyle yaptığına 

kimse anlam verememişti. 

Hâlbuki… 

Hastalığının ne olduğunu 

tam olarak bilmiyordu ama, 

hasta olduğunu kesin olarak biliyordu, üzerinde mal mülk kalmasın diye 

pozisyon almaya başlamıştı.

31 Aralık 1937, 

son yılbaşı gecesiydi.

Çankaya'da arkadaşlarıyla birlikteydi, 

hâlsizdi, 

“gelin benimle” dedi, 

merdiven basamaklarını zor tırmanıyordu, 

üst kata çıktılar, 

yatak odasına girdiler, 

elbise dolabını açtı, 

gömlek, kravat, şapka, mendil, 

ne varsa hediye etti.

Âdeta vedâlaşıyor, 

son hatıralarını dağıtıyordu.

“Bakalım gelecek yıla yaşayacak mıyım” dedi.

Ocak 1938'de 

Merinos fabrikasının açılış töreni için 

Bursa'ya geldi, 

Yalova kaplıcalarının Müdürü 

Doktor Nihat Reşat Belger tarafından 

muayene edildi.

İlk ve doğru teşhisi işte bu Doktor koydu.

“Kanâatim o kadar kesindir ki, 

teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi yoktur, karaciğeriniz büyümüş ve sertleşmiş, kaşıntının sebebi budur, 

karaciğer rahatsızlığıdır” dedi.

Şubat 1938… 

Beş Doktordan oluşan heyet 

konsültasyon yaptı, karaciğerde büyüme, 

siroz başlangıcı net olarak saptandı.

Şubat 1938'de, karaciğer yetmezmiş gibi, karakış ortasında Park Otel'de açık havada yemek yedi, üşüdü, zatürree oldu.

İstanbul Tıp Fakültesi'nde görev yapan Profesör Erich Frank, Ankara'ya çağırıldı, 

O da siroz başlangıcı teşhisi koydu, 

o yıllarda siroz ilacı olmadığı için 

bol bol meyve yemesini tavsiye etti.

Paris Tıp Fakültesi'nden, 

Avrupa'nın en ünlü karaciğer uzmanı 

Profesör Noel Fissinger davet edildi, 

aynı teşhisi koydu.

Çok geç kalınmıştı…

Hastalık hızla ilerliyordu.

Karnında su birikmeye başlamıştı.

Fransa'ya ilaç sipariş edildi.

Paris büyükelçimize telgraf çekildi.

25 kutu enterococcique istendi.

Faubourg Saint Honore sokağında, 

54 numarada muayenehanesi olan 

Doktor Cuny'nin ürettiği özel bir aşıydı.

740 frank tutuyordu, 

posta masrafı 246 frank'tı.

20 gün sonra ikinci sipariş verildi, 

üç kutu chophytol, üç kutu hepascol istendi, enginar özütü haplardı.

Ayrıca maden suyu listesi verildi, 

küçük şişelerde bir sandık Vichy Celestins, 

bir sandık Vichy Grande Grille istendi.

Büyükelçi Suat Davaz derhal gönderdi, 

fatura 483 frank'tı, sandıklar büyük olduğu için posta masrafı daha yüklüydü, 1857 frank'tı.

Mustafa Kemâl 

sirozla alâkalı Fransızca kitaplar getirtti.

Hastalığının ne olduğunu öğreniyordu.

Hangi aşamada olduğunu 

bizzat tespit ediyordu.

Öleceğini biliyordu…

Devlet işlerinin aksamaması için, 

kendisinden sonrasına hazırlık yapılması için, yaklaşık ölüm tarihini kestirmeye çalışıyordu.

Berlin'den Profesör Bergman getirildi, Viyana'dan profesör Eppinger getirildi, 

bu iki Profesör “ortak teşhis”te bulundu.

Sirozun sebebi alkol olmayabilirdi…

“Siroz hastalığının oluşmasında sıtmanın etkisinin olup olmadığını kesinlikle söylemek mümkün değildir” diyorlardı.

Tedavi reçetesine idrar söktürücü ilaçların yanısıra, sıtma tedavisi için kullanılan ilaçların da mutlaka eklenmesini tavsiye ediyorlardı.

Profesör Fissinger de benzer bir 

saptama yapıyordu, 

“siroz hastalığının sırf içkiden ileri geldiği yolundaki düşünce doğru değildir, 

benim Fas,Tunus ve Cezayir'den gelen hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarına 

içki koymamışlardır” diyordu.

O tarihte karaciğer biyopsisi yapılamıyordu, ölüm sonrası otopsi de yoktu, dolayısıyla, Mustafa Kemâl'in siroza yakalanma sebebinin, alkol, sıtma veya virütik hepatit gibi nedenlerden hangisine bağlı olduğunu söyleyebilmek mümkün değildi.

Bu soru işareti, tıp dünyasının 

en çok tartışılan konularından biri oldu… Parazitoloji ve mikrobiyoloji uzmanları arasında, “şistozoma” türü parazitler yüzünden siroza yakalandığı görüşü ağır basıyor.

Bu paraziti büyük olasılıkla 

İskenderiye'de veya Trablusgarp'ta 

kapmış olabileceği düşünülüyor. 

Çünkü sözkonusu parazitler o tarihlerde 

o ilkel coğrafyada çok yaygın görülüyordu.

Hâttâ, İstiklâl Marşımızın şairi, 

hayatı boyunca asla alkol kullanmayan 

Mehmet Akif Ersoy da 

Kahire'de siroza yakalanmıştı, 

Mustafa Kemâl'den iki yıl önce 

sirozdan vefat etmişti.

Mustafa Kemâl'e içki yüzünden 

siroz oldu diyen karşıdevrimciler, 

Mehmet Akif Ersoy'un da aynı hastalıktan rahmetli olduğundan hiç bahsetmezler.

1930'lu yıllarda Türkiye'de sirozun ne kadar yaygın olduğundan, Kuzey Afrika'da ne kadar yaygın olduğundan bahsetmezler.

Hâttâ, 

günümüzde bile iki yaşındaki 

üç yaşındaki çocukların siroza yakalanabildiğinden hiç bahsetmezler.

1 Haziran 1938'de 

Savarona'ya taşındı.

Dolmabahçe rıhtımına 

baştan kıçtan demirlenmişti, 

kitaplarını kamarasındaki 

kütüphaneye yerleştirdi, 

sevincini saklayamayan çocuklar gibiydi.

Maalesef sadece 56 gün kalabildi… Ağırlaşmıştı. 

O yaz boğucu sıcak vardı, 

Boğaz'ın meltemi kamaraları 

serinletmeye yetmiyordu. 

Yatak odasının havasını biraz olsun değiştirebilmek için dört köşesine 

leğenler içinde buz kalıpları konulmuştu.

“Benim bağırsaklarım da bu leğenlerdeki buzlar gibi su içinde yüzüyorlar, 

insan böyle yaşar mı?” diyordu.

Kılıç Ali'nin Annesi 

ferahlatıcı bir karışım hazırlıyordu; 

ıhlamur, papatya, hatmi çiçeği ve bodurmahmut otunu kaynatıyor, 

gül sirkesi ekliyor, 

buz kovasında soğutuyor, termosla getiriyordu.

Bu karışımı kollarına bacaklarına sürüyordu, çok serinleticiydi.

Kılıç Ali'nin Annesine 

“Lokman Hekime” adını takmıştı.

Olan biteni gülümseyerek seyreden 

Doktor Refik Saydam'a da 

termosu uzatıyordu… 

“Hiç öyle gülme, sen de kullan biraz, 

gayet memnunum, iki bin sene evvel laboratuvar mı vardı!”

Hayata hâlâ espriyle bakıyordu ama, 

artık Savarona'da kalabilmesi mümkün değildi. Sedyeye yatırılmayı kabul etmedi. 


25 Temmuz akşamı, 

etraftan görülmesin diye 

havanın iyice kararmasını beklediler, 

kanepeye oturttular. 

“Bir ÇOCUĞUN 

oyuncağını bekler gibi beklemiştim, 

bana hastane mi olacaktı” dediği Savarona'dan bu kanepeyle indirildi. Dolmabahçe'deki yatağına taşındı.

Karnından su alınacaktı.

Ölümle sonuçlanma ihtimali vardı.

Genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı çağırdı, 

“bu yolda konuşmak benim için de 

senin için de ağır şeydir ama, 

başka çaremiz yok, 

konuşmaya mecburuz ÇOCUK, 

bağırsaklar delinebilir, başka arıza olabilir, ihtiyatlı olalım, neyimiz varsa listesini yap, derhal getir” dedi.


Mustafa Kemâl ATATÜRK, 

kendi el yazısıyla vasiyetnamesini yazdı.


7 Eylül… 

Karnından iğneyle su çekildi.

12 litre birikmişti.

Neredeyse tenekeyi doldurmuştu, 

biraz rahatladı.

Günler sonra ilk kez derin bir ohh çekti.

Doktorları tarafından sıkı perhize sokulmuştu.

Aşçısı Mehmet Yücel elinde tepsiyle 

yatak odasına girdi.

Bir dilimcik tereyağı sürülmüş 

ekmek getirmişti.

“Beni nasıl buluyorsun Mehmet, 

yaşayacak mıyım sence?” diye sordu.

Mehmet ne desin… 

“Aman paşam o nasıl söz” diyebildi.

Tepsiyi, 

başucundaki sehpaya bırakacağı sırada Mehmet'i kolundan yakaladı, 

kimse duymasın diye sesini alçaltarak, 

“bana fırın makarnası yap Mehmet, 

çok canım istedi” dedi.

Odadan çıkarken de tembihledi:

“Bu işe doktorları karıştırmadan yolla.”

Mehmet o makarnayı ağlaya ağlaya pişirdi.

Mustafa Kemâl'in iştahla yiyebildiği 

son yemekti.


21 Eylül'de ikinci defa su alındı.

Gene 12 litre birikmişti.

Yatağından kalkamıyordu.

Uyurken sayıklıyordu.

Çok zayıflamıştı.

46 kiloya düşmüştü.


14 Ekim'de 

üçüncü defa su alındı.

10.5 litre birikmişti.

Şiddetli bulantı hissediyordu.

Öğürtüyü kesmek için küçük buz parçaları yutturuluyordu.


29 Ekim 1938, 

bitkindi.

Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılabilmesi imkânsızdı.

Sabiha Gökçen başucundaydı, 

gözyaşlarını içine akıtarak 

“gelecek seneki törenlere katılırsınız” diye moral vermeye çalışıyordu ki… 

El işaretiyle sözünü kesti, 

“bana gelecek bayramdan bahsetme Gökçen” dedi… 

“Hâttâ  gelecek aydan da bahsetme, 

Ekim ayını çıkarabilsem bile 

Kasım ayını çıkarabileceğimi sanmıyorum!”

Artık yemek yiyemiyordu.


1 Kasım, 

tereyağı sürülmüş bir dilim ekmeği 

ucundan ısırabildi, bütün gün hepsi buydu, portakal suyu içti, sahlep içti.


2 Kasım, 

birkaç kaşık bezelye püresi, portakal suyu, sahlep.


3 Kasım, 

tereyağlı ekmek, iki defa üzüm suyu.


4 Kasım, 

sütlü kahve, iki defa üzüm suyu.


5 Kasım, 

bamya püresi denediler, 

olmadı, 

sahlep içebildi.


6 Kasım, 

sadece elma suyu ve sütle besleniyordu.

Ancak kaşıkla verilebiliyordu.


7 Kasım, 

yarı uyur yarı uyanıktı.

Zaman zaman bilincini kaybediyordu.

Ömründe ilk defa 

canı “enginar” çekti.

İstanbul'da bulmak mümkün değildi, 

Hatay'a derhal telgraf çekildi.

Yetişmedi.

Yemek kısmet olmadı.


8 Kasım, 

artık kendinde değildi.

Bir ara başını sağa çevirdi…


“Aleykümselâm” dedi.

Son kelimesi buydu.

Aleykümselâm.


9 Kasım'da 

istem dışı kasılmalar başlamıştı, aşırı ter vardı.


10 Kasım Perşembe.

Saat 9'u beş geçe…

Mustafa Kemâl'i kaybettik.

Henüz 57 yaşındaydı.         


Bir Millet yaşasın diye, 

"O,, 

Milletin ÇOCUKLARININ 

tırnağı bile kanamasın diye,     

kendini fedâ etmiş bir ÖMÜR … 

Sadece 57 yaşındaydı.

                                                       Yılmaz ÖZDİL