CUMHURIYET AHLAK ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN BİR ÜLKÜDÜR, CUMHURİYET ERDEMDİR

Vatandaş İçin Medeni Bilgiler S:50-70 - Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

ATATÜRK'ÜN EL YAZILARI İLE

Demiştik ki, devlet, vatandaşların her nevi hürriyetini masun bulundurur. Şimdi hürriyetin ne olduğunu anlıyalım :

Hürriyet, insanın, düşündüğünü ve dilediğini mutlak olarak yapabilmesidir. Bu tarif, hürriyet kelimesinin en geniş mânasıdır. İnsanlar, bu mânada, hürriyete hiçbir zaman sahip olmamışlardır ve olamazlar. Çiinkü, malûmdur ki, insan tabiatın mahlûkudur. Tabiatın kendisi dahi, mutlak hür değildir; kâinatın kanunlarına tâbidir. Bu sebeple insan ilk önce, tabiat içinde, tabiatın kanunlarına, şartlarına, sebeplerine, âmillerine bağlıdır. Meselâ, dünyaya gelmek veye gelmemek, insanın elinde olmamıştır ve değildir. İnsan, dünyaya geldikten sonra da, daha ilk andan, tabiatın ve birçok mahlûkların zebunudur. Himaye edilmeğe beslenmeğe, bakılmağa, büyütülmeğe muhtaçtır.

Hüriyetin Tarihi İnkişafı

İptidaî insanların, tabiatın her şeyinden, gök gürültüsünden, karanlıktan, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hattâ biribirlerinden korktuklarını biliyoruz. İlk his ve düşüncesi korku olan insanın her düşünce ve dileğini mutlak surette yapmağa kalkışmış olması düşünülemez.

İptidaî insan kümelerinde, ata korkusu ve nihayet, büyük kabile ve kavimlerde, ata korkusu yerine kaim olan Allah korkusu, insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular yaratmıştır. Memnular ve hurafeler üzerine kurulan birçok âdetler ve an'aneler, insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır. O kadar ki, şahsî düşünce ve hareket serbestisi gibi bir hak mefhumu malûm olmamıştır.

Cemaatlerin başına geçebilen adamlar, cemaati Allah namına idare ederlerdi. Her türlü hak ve salâhiyet onlarda idi. Ferdin hakkı, hürriyeti, mevzuubahs değildi.

Buraya kadar olan mütalaâmızı, şöyle bir neticeye bağlıyabiliriz : İnsan, evvelâ tabiatın esiri idi; sonra, buna, semadan kuvvet ve salâhiyet alan birtakım adamlara esir olmak zammoldu. İnsan cemiyetleri büyüdükçe ve devlet haline geldikçe, fertler üzerindeki sıklet o kadar çoğaldı. Devletin başında bulunan adamın hakkı, hudutsuz, kayıtsız, şartsız mutlak bir kudret olarak kabul ediliyordu. Devletin şekli imparatorluk veyahut cumhuriyet olsun, bunun ehemmiyeti azdı; ferdin, şahsi bir hakkı yoktu. Eski zamanlarda insanların, yapabildikleri medeniyetlerinin en yüksek devirlerinde, vaziyet böyle idi. Ferdin hakkı, hükümdarın menfaatine olarak, ilâhi hak içindeydi. Bu hakka istinat ederek, hükümdar, tebaasının hürriyetine istediği gibi tasarruf edebilirdi; bu, ferdin hakkına tecavüz sayılmazdı.

Hükümdarın kudreti için dinlerden çıkan huduttan başka bir hudut tanımıyordu. Hükümdarın yapmaması lâzım gelen şey, Allahın menettiği şey olacaktı.

İnsanlar, fikri inkişafta ilerledikçe, kendi menşelerini daha açık dügünmeğe başladılar; yavaş yavaş onun büyüklüğünü daha iyi anlamağa ve takdir etmeğe muktedir oldular.

Tabiatın, her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça tabiatın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamağa bağladı.

İşte, insanlar, bu idrak derecesine yükseldikten sonradır ki "tabiatın, insanda yarattığı bütün kabiliyetler, faaliyetlerini serbest olarak yapmak ve serbest olarak inkişaf etmek lâzımdır; bu lüzum tabiîdir; tabiatın verdiği haktır", fikrine vardılar.

Artık bundan sonra fert ile hükümdar ve devlet arasında, hak davası ve hak mücadelesi bağlar. Bu mücadele devletlerin dahili inkişafların tarihidir.

On altıncı asırda, ileri sürülen fikirler şöyle idi : Hükümdar, emirleriyle, kanunlariyle ilâhî hakkı olduğu gibi tabii hakkı da bozamaz. Tabii hak dahi, Allah tarafından tesis olunmuş gibi kabul edilmek lâzımdır. Hareket noktası, bu fikir kaldıkça, hükümdar kudreti hududunun temelini, ülûhiyet fikri ve ilâhı irade teşkil etti. Çünkü, tabii haklar da, ayni temele bağlanmıştı. Hükümdar, bu hududa riayet ediyor idiyse, bu riayeti dini bir vazife telâkki ettiğindendi, yoksa ferdin, hükümdara karşı istekte bulunabileceği hiçbir hak tanınmış değildi. Ferdy haklar nazariyesi, tabii hak fikri, ülûhiyet fikri temelinden semâdan koparılarak arz üzerine indirildikten sonra, meydana çıkabilmiştir.

Ferdi Hürriyet

Ferdî haklar nazariyesinin temeli şöyle kuruldu : Her Ferdi türlü hakkın menşei, ferttir. Çünkü, şe'nî hür ve mes'ul olan mahlûk yalnız insandır.

Buna nazaran, ferdin, yalnız, tabiî hak ve ahlâki mes'uliyet ile mukayyet olan mutlak istiklâli bütün medenî teşekküllerden evvel, ilk hal olarak, azimet noktası gibi kabul olunuyor. Fakat, diğer taraftan, insanların, içtimai ve siyasi teşekküller halinde bulunması da tabii ve lüzumludur.

Bu teşekküller ise, kısmen zarurî, mukadder kanunlar ahkâmına göre tekâmül eder. Bu mukadderatın mevcudiyeti nispetinde ve zekânın bu mukadderatın seyrini ve istikametini takdir edebildiği nispette, insanların hürriyet ve iradeleri, bu mukadderata mutavaat mecburiyetindedir. İnsanlar, hareketlerini, bu mukadderatın seyir ve istikametine uydurmak zaruretindedir. Bu mecburiyet ve zaruret hali, hakikatte, içtinabı kabil olmayan bir neticeyi daha mükemmel ve daha ahenkli yapmaktadır. Tabiatın ve tarihin mahsulü olan bir milletin fertleri, daima bu hakikatle, karşı karşıya bulunur, ve ona hürmet eder. Böyle bir milletin kurduğu devletin dahi temeli ve gayesi ferdî hak olur.

Ferdin birinci hakkı, tabiî kabiliyetlerini, serbestçe, inkişaf ettirebilmesidir. Bu inkişafı temin için ise, en iyi vasıta, ferde, diğerin muadil hakkını ızrar etmeksizin, tehlike ve zarar kendine ait olmak üzere, ona kendi kendini istediği gibi sevk ve idare etmeğe müsaade etmektir.

İşte bu serbest inkişafı temin etmek, ferdî hakların teşkil ettiği mühtelif hürriyetlerin tamam gayesidir. Bu haklara hürmet etmiyen ; siyasi cemiyet esaslı vazifesinde kusur etmiş olur, ve devlet mevcudiyetinin hikmetini ve mânasını kaybeder.

İçtimai Ve Medeni Hürriyet

Asrî demokraside, ferdi hürriyetler, hususi bir kıymet ve ehemmiyet almıştır; artık ferdî hürriyetlere devletin ve hiç kimsenin müdahalesi mevzuubahs değildir. Ancak bu kadar yüksek ve kıymetli olan ferdî hürriyetin medeni ve demokrat bir millette, neyi ifade ettiği, hürriyet kelimesinin mutlak surette düşünülebilen manasiyle anlaşılmaz. "Mevzuubahs olan hürriyet, içtimaî ve medenî insan hürriyetidir." Bu sebeple, ferdi hürriyeti düşünürken, her ferdin ve nihayet bütün milletin mügterek menfaati ve devlet mevcudiyeti göz önünde bulundurulmak lâzımdır. Anlaşılıyor ki, ferdi hürriyet mutlak olamaz. Diğerin hak ve hürriyeti ve milletin müşterek menfaati ferdî hürriyeti tahdit eder. Ferdî hürriyeti tahdit, devletin de âdeta esası ve vazifesidir. Çünkü, devlet ferdî hürriyeti temin eden bir teşkilât olmakla beraber, aynı zamanda, bütün hususî faaliyetleri, umumi ve milli maksatlar için, birleştirmekle mükelleftir. "Hürriyet başkasına muzır olmıyacak her türlü tasarrufatta bulunmaktır" (1) denildiği zaman vatandaş hürriyetinin, yalnız bunun gaye olduğu, devletin bu gayeyi temin için bir vasıta telâkki edildiği ifade edilmiş olur. Fakat, bu vasıtadır ki, mıilletin, umumi menfaat ve gayesini muhafaza edecektir. O halde, ferdi hürriyete hudut olarak ''başkalarının hürriyet hududunu" (2) gösterirken ferdî hürriyetin, milletin umumî menfaatinin icap ettirdiği dereceden daha fazla tahdit edilmiyeceği kabul edilmiş oluyor. Bu fikir basittir; fakat tatbiki çok güçtür. Çünkü, ferdî hürriyet derecesi, devlet faaliyetini zâfa düşürmemek lâzımdır. Devletsiz bir cemiyet, veyahut zayıf bir devlet hayatının neticesi, herkesin herkese karşı mücadelesidir. Bu mücadele ekseriyetin hürriyetini boğmıyacak surette, tadil olunmak lâzımdır.

Bn tadil keyfiyeti, ferdin mes'uliyetine, teşebbüsüne ve inkişafına halel vezecek dereceye götürülmemelidir.

Vatandaşların teşebbüs ve mes'uliyet hisleri ne kadar inkişaf ederse, devlet için o kadar iyidir.

Ferdî hürriyetin, ne kadarından ferağat edilmesi lâzım geleceği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değildir. Müstesna zamanlar, müstesna tedbirler icap ettirebilir. Bir de hürriyetin suistimali, hürriyetin muvakkat, lâkin geniş mikyasta tahdidini icap ettirebiliz. Bütün bu tedbirleri ve tahditleri tanımak lüzumu, devlet fikri ve mefhumunu ifade eder. Bu hususlardaki tedbirlerin şiddetini ve hudutların genişliğini ölçmek büyük bir san'attır. Devlet san'atı işte budur. Bu san'atte isabetin derecesi hürriyetlerin hudutlarını çizen kanunda görülebilir.

Çünkü, "bu hudut ancak kanun marifetiyle tespit ve tayin edilir". her halde, vatandaşların, umumi hürriyet ve saadeti için fertlerden, ancak devlet için zarurî olan bir kısım hürriyetlerinin bırakılması istenebilir.

Türk milletinin tarihini göz önüne getirelim; hemen daha düne kadar altında ezildiği istibdat, esaret ve zulmün kara, kanlı pençesini hisseder gibi olmamak mümkün değildir.

(1) Teşkilâh Esasiye Kanunu, madde : 68.

(2) '' '' '' '' ''

Türk istibdat ve esaret zincirlerini parçalıyabilmek için dahili ve haricî düşmanlar kargısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi ; sayısız fedakârlıklara katlandı ; muvaffak oldu, ancak ondan sonra hürriyetine sahip oldu. Bu sebeple hürriyet Türkün hayatıdır.

Artık Türkiye'de "her Türk hür doğar, hür yaşar" (1)

Türkün bugünkü milli ve siyasî terbiyesi ve yüksek kıymeti onun gayesini ve vaziyetini tespit etmiştir.

Netice :

Türkler, demokrat, hür ve mes'ul vatandaşlardır. Türk Cumhuriyeti'nin kuruculan ve sahipleri bizzat kendileridir. Türk, ferdi hürriyetinden ve menfaatlerinden Teşkilâtı Esasiye Kanunu'nda tayin olunduğu kadarını cumhuriyete bırakmıştır. Cumhuriyet, ferdin, ona bıraktığı bu kısım hürriyeti, ferdin ve Türk milletinin dahilde hürriyetini ve harice karşı istiklâlini temin için kullanır.

(1) T. E. M. 68.

HÜRRİYETİN MUHTELİF ŞEKİLLERİ

Bir milletin harsı yükseldikçe, ferdi hürriyetin tatbikat sahaları genişler ve çoğalır. Meselâ iptidai bir insanla, medeni bir insanın hürriyet ihtiyaçları aynı değildir. İnsan cemiyetleri medenileştikçe; türlü şekilde, biribirinden ayrı ve müstakil ferdi hürriyetler meydana çıkar. Bu hürriyetler mahiyet ve tabiatlerine göre iki gruba ayrılır :

I. Ferdin maddî menfaatlerine tekabül eden hürriyetler.

II. Ferdin fikri hayatındaki hürriyet hakları.

I inci grup içinde sayabileceğimiz hürriyetlerin başlıcaları şunlardır :

1) Şahsî hürriyet;

2) Meskenin taarruzdan masuniyeti;

3) Ferdi mülkiyet;

4) Ticaret, çalışma ve zanaat hürriyetleridir.

1 - Kelimenin dar manasiyle, şahsî hürriyettir. Yani serbestçe gitmek, gelmek, millî topraklarda kalmak yahut oradan çıkmak hakkına malik olmaktır (seyahat ve ikamet hak ve hürriyeti). Bununla beraber keyi tevkiflerden, keyfi hapisten, keyfi cezadan masun olmak emniyetidir. Şahsın hürriyeti insanlığın zaruri icabıdır.

2 - Meskenin taarruzdan masuniyetidir. Bu hak şahsî emniyetin mabadi ve temadisidir. İnsan, evinin sahibidir ve oraya ancak istediğini sokar. Bir insanın evine, hükûmetin müdahalesi, yalnız, kanunun tayin ettiği hallerde ve surette olabilir.

3 - Ferdî mülkiyettir. Bir insanın, emeği mahsulü olan her geye sahip olması, devletin müdahale edemiyeceği yüksek haklardandır. İnsan, namuskârane sahibi olduğu mal ve mülküne istediği gibi tasarruf eder, satabilir, satmıyabilir, istediğine verebilir, onları dilediği gibi kullanabilir. Eski zamanlarda böyle değildi, aksi idi, insanlan muvafakatleri olmadığı halde, aileleriyle oturdukları yerle beraber satabilirlerdi.

Ferdi mülkiyet hakkını yegâne tahdit eden, umumi menfaatler için istimlâktir. Bununla beraber, hükûmetin, belediyelerin, mahalli idarelerin, ne gibi lüzum ve mecburiyetlerle ve ne usul ve şekilde istimlâk edebilecekleri istimlâk kanunlariyle tayin olunmuştur.

Fikir ve kalem mahsulü olan her eser dahi sahibinin hakkıdır. Bu hak, "Hakki Telif Kanunu" ile müeyyettir.

4 - Ticaret, çalışma ve zanaat hürriyetidir. İnsan hayatını kazanmak için, istediği işte, meslekte ve san'atte çalışabilir, bu hususta serbesttir. Ancak bu hürriyet umumun iyiliği için makul olarak, birtakım kanuni kayıtlar ve şartlara bağlıdır. Meselâ, bir sütçü, bir ekmekçi, bir takım sıhhi nizamlara riayete mecburdur.

Bir tüccar, yabancı memleketlerden getirdiği malları, gümrük vermeden memlekete sokamaz.

Herkes, memlekette, istediği gibi, muallimlik, avukatlık, doktorluk yapamaz, bunun için kanunen birtakım evsafı haiz olması lâzımdır. Bunlardan başka, devletin, siyasi veyahut umumun menfaat ve emniyeti maksadiyle inhisar altında bulundurduğu işleri başkaları yapamaz. Müskirat ve tütün gibi.

Bütün bu mânilerle beraber insan için daima kâfî bir çalışma ve iktisat hürriyeti vardır.

II inci gruba dahil olan hürriyetler, daha çok, doğrudan doğruya ferdin fikri hayatındaki hürriyet haklarıdır. Bunlardan başlıcaları :

1) Vicdan hürriyeti;

2) İçtima hürriyeti;

3) Matbuat hürriyeti;

4) Cemiyet teşkili hürriyeti;

5) Tedris hürriyeti.

1 - Vicdan hürriyeti, her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasî bir fikre malik olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak, veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.

Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilmez, ferdin tabû haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır.

Medeniyetin geri olduğu cehalet devirlerinde, fikir ve vicdan hürriyeti, tahakküm ve tazyik altında idi. İnsanlık bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa, din muhafızlığı kisvesine bürünenlerin, hakikati düşünebilenler, söyliyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinde, her reşit dini intihapta hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti masundur: Tabiatiyle, ayinler asayiş ve umumî adaba mugayir olamaz, siyasi nümayiş geklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.

Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bilûmum tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmışlardır. Tarikatler lâğvolunmuştur. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık v.s. memnudur. Çünkü bunlar irtica membaları ve cehalet damgalandır. Türk milleti böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi.

Lâiklik - Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet âmili görür.

HOŞ GÖRMEKLİK, TAASSUPSUZLUK (TOLERANCE)

Türkiye'de hiçbir kimse fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeğe kalkışamaz ve böyle bir geye müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler, derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğrenmiş görünüyorlar. Bütün bunlarla beraber, din hürriyetine, umumiyetle vicdan hürriyetine karşı, taassupsuzluk hâsıl olmuş mudur ?

Bunu anlıyabilmek için, taassupsuzluğun ne olduğunu tetkik edelim; çünkü, bu kelimenin delâlet ettiği mânayı, zihniyeti, herkes kendine göre anlamağa çok meyillidir. Dinî hürriyeti bir hak telâkki etmiyen, acaba kalmadı mı ?

Vicdan hürriyetinin, ruhun, Allahın âlî nüfuzu altında, dini hayatı idare için malik olduğu, haktan ibaret olduğunu bellemiş olanlar, acaba bugün nasıl düşünmektedirler? Bu gibiler, kendisi gibi, düşünmiyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı ?

Bu saydığımız zihniyette bulunduğuna ihtimal verilen kimselere, hür düşünceliler, acaba, bir teessür hissiyle, bir esefle bakmıyorlar mı? Bu saydığımız gibi, muhtelif inanışlı kimseler, biribirlerine, kin,nefret besliyorlarsa, biribirlerini hor görüyorlarsa, ve hattâ sadece biribirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur; bunlar mutaassıptırlar.

Taassupsuzluk o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdanî inanışlarına karşı, hiçbir kin duymaz; bilâkis hürmet eder. Hiç olmazsa, başkalarının, kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir.

Taassupsuzluk budur. Fakat, hakikati söylemek lâzım gelirse diyebiliriz ki, hürriyeti hürriyet için sevenler, taassupsuzluk kelimesinin ne demek olduğunu anlıyanlar, bütün dünyada pek azdır. Her yerde umumi olarak carî olan taassuptur. Her yerde görülebilen sulh manzarasının temeli, taassup ile hür fikrin, biribirine kargı kin ve nefreti üstündedir; temelin devrilmemesi, kin ve nefret zeminindeki muvazeneyi tutan fazla kuvvet sayesindedir.

Bu söylediklerimizden şu netice çıkar ki, aramızda, hürriyet hailelelerinin zail olduğuna, bizim gibi düşünen ve hissedenlerle birlikte yaşadığımıza hüküm vermek müşküldür: O halde görülen, tassupsuzluk değil, zafın dermansız bıraktığı taassuptur.

Şüphesiz, fikirlerin, itikatların başka başka olmasından, şikâyet etmemek lâzımdır. Çünkü, bütün fikirler ve itikatlar, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alâmettir. Öyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki, hakiki hürriyetçiler, taassupsuzluğun umumî bir huy olmasını temenni ederler. Fakat, hattâ hüsnüniyetle dahi olasa taassup hatalarına karşı dikkatli olmaktan vazgeçemezler. Çünkü, hüsnüniyetle, hiçbir zaman, hiçbir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların, ruhun selâmeti için yakıldıklarını biliyoruz. Her halde bunu yapan engizisyon papazları, hüsnüniyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından: bahsederlerdi; belki de cidden bu sözlerinde samimî idiler. Fakat, bir hamakati yahut bir hıyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir; en nihayet bu bir isim değiştirmek meselesidir.

İşte bu sebepledir ki, hoş görmekliği aldırmamazlık, derecesine götürmemek mühimdir.

Gerçi hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için, hakiki hürriyetçiler, hürriyetçi olmıyanlara karşı da geniş davranılmasını isterler. Fakat, bunların hiçbir zaman elleri, ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun vaziyetine razı olacakları asla kabul olunmamalıdır:

Unutmamalıdır ki, bazı insanlar istikbali, mazinin arasından görmekte musırdırlar. Bunlar, alâkamızı kestiğimiz an'anelere karşı behemehal, sadakatin iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi itikat ettiği gibi, itikat etmiyen kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede hissederler.

Her halde, taassupsuzluğun arzu edildiği gibi, umumileşmesi, huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır.

2 - İçtima hürriyeti ve

3 - Matbuat hürriyetidir.

Bu iki hürriyet, ayni prensipten çıkar. O prensip, insanların, fikirlerini, serbest söylemek ve neşretmek hakkıdır.

Vatandaşlar, kendi talim ve terbiyeleri için ve umumun menfaatleri noktasından, fikirlerini teati etmelidirler. Düşündüklerini istedikleri gibi söyliyebilmelidirler.

En büyük hakikatler ve telâkkiler fikirlerin, serbest ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir.

"İçtima, insanların beraber düşünüp konuşmak veyahut, birinin sözlerini dinlemek maksadiyle, muvakkat olarak bir araya gelmeleridir".

İçtima hürriyeti, Teşkilâtı Esasiye Kanunumuz mucibince fertlerin tabii haklarındandır, fakat, içtimaatı umumiye, kanunu dairesinde vukubulur. Çünkü, asayişi ve içtimaî ve siyasî nizamı muIıafaza ile mükellef olan hükûmetin icap eden tedbirleri alabilmesi için, içtimaın günü ve yeri hakkında, vaktiyle usulü dairesinde haberdar edilmesi lâzımdır.

İçtima, insanların, bir şeyi beraber görmek için toplanmalarından, veyahut, insanların müşterek hareket için daimi bir surette birleşmeleri halinden ayırt edilmelidir.

İçtima, isimle ve şahsi bir davet üzerine olan hususi toplanma da değildir. Memleketin huzur ve sükûnunu bozacak surette ve yerlerde toplanmak, tabiatiyle memnudur.

İçtima hürriyeti, matbuat hürriyetinden eskidir. Fakat, matbuat hürriyeti, matbaanın ve gazeteciliğin terakkisi sayesinde, daha büyük bir ehemmiyet kazanmıştır.

Matbuat hürriyeti, vatandaşların, gündelik veya vakit vakit çıkan gazetelere, risalelere yazacağı yazılar veya yapacağı resimler vasıtasiyle ve neşredeceği kitaplarla fikrini serbestçe tamim etmesidir. Tiyatro, sinema ve gramofon, radyo, telgraf ta fikirlerin neşri ve tamimi için çok mühim ve müessir vasıtalardır. Bir insanın herhangi bir mahalde söylediği sözler orada bulunanlara münhasır kalır, tesiri ani ve mahduttur. Fakat bu sözler radyo ile söylenirse, bütün dünya işitebilir. Telgraf ta fikirlerin neşrinde en seri vasıtadır. Fakat söz bir gramofon plâğına geçerse, bilhassa, bir gazeteye, bir kitaba geçerse, fikir tespit edilmiş olur, bütün dünyada okunur; tabiatiyle gelecek nesillere intikal eder. Herhangi bir levhaya hakolunan resim ve yazılar, kezalik yapılan heykeller de delâlet ettikleri fikirleri yaşatan eserlerdir.

Muhtelif vasıtalarla tespit olunan ve seri bir surette neşrolunan fikirler, bütün insanlığın terakkisine ve tarihe büyük hizmet ifa eder.

Efkarı Umumiye

Millî hâkimiyet esasına müstenit temsilî bir hükûmette efkârı umumiye büyük bir roI oynar. Matbuat ve içtima hürriyetleri olmadan ve umuma ait işler hakkında geniş bir tenkit sahası bırakılmadan efkârı umumiye vazifesini ifa edemez. Milli hâkimiyet ve temsili hükümet fikrinin yayılması ve yükselmesi ancak efkârı umumiyenin faaliyeti ile mümkünüdür.

Hükûmetin fikri, memleketin fikrini temsil etmelidir. Hükümet, memleketin fikrini anlıyabilmek için bu fikrin tezahür etmesine vesile olan vasıtalara malik olmalıdır. Gerçi hükûmet, intihap zamanlarında milletin fikirlerine vâkıf olur; intihap olunan meclisler dahi milletin fikrini temsil ederler. Fakat intihap zamanılan milletin izhar ettiğıi fikirler, sabit kalmaz. Bu sebeple, meclislerin bu fikirleri temsil edebilmesi çok zaman devam etmez. Efkârı umumiye milletin içinden taşan bir mütenevvi fikirler denizidir. O denizde muhtelif cereyanlar, muhtelif münakaşa dalgaları vücuda getirir. Efkân umumiye, ruhî bir âlemdir. Orada cereyan eden fikir mücadelesi, dikkatli gözlerden gizli kalmaz:

Eski demokrasilerde bu fikir mücadelesi bütün vatandaşların hergün bir arada toplanarak vücuda getirdikleri içtimalarda vukubuyordu. Bugün vatandaşların adetçe çokluğu ve medenî hayatın vatandaşlara tahmil ettiği yevmî işler, onların maddeten ve hergün bir arada toplanmalarına imkân bırakmamıştır.

Bu sebeple efkârı umumiye ideal bir âlem olmuştur ki, bu alemde umuma ait işlerin tenkidi şu mahiyetleri gösterir :

a) Tenkit ve münakaşa tamamen hürdür. Bu hürriyet, herkes tarafından, hiç kimsenin tesiri olmadan, kendi kendine kullanılır. Hükûmeti ve Meclisi dikkatli bulunduran tenkit hürriyetidir.

b) Efkân umumiyenin tenkit hürriyeti, başlıca birçok neşriyat ile olur.

Neşriyat, suistimallere mâni olur ve hükümet vasıtalarını, vazifelerini doğru yapmağa mecbur eder. Neşriyat en müessir kontrol vasıtalarındandır. Bu noktada "tenkidin kolay ve fakat yapmanın, güç olduğu hakikati unutulmamak lâzımdır." Onun için :

c) Umumun iyiliği fikri, her türlü tenkitlere ve münakaşalara daima hâkim ve esas tutulmalıdır. İltizam olunan fikirler, umumun iyiliği namına ortaya atılmalıdır. Bu fikir, hareket noktası olunca tenkit ve münakaşa devletin de iyiliği namına yapılmış ve vatandaşların içtimai ve siyasî terbiyelerini yükseltmeğe hizmet etmiş olur.

d) Umuma ait işleri tenkit hürriyeti, hükûmet ile millet arasında bir anlaşma zemini vücuda getirir. Hükûmet neşriyat vasıtasiyle efkârı umumiyeyi anlar ve icabında lüzumlu olan vesikalarla onu tenvir eder. Hükûmetin milleti ve milletin hükûmeti anlaması bunların tek vücut olmalarını ve kalmalarını temin eder.

Efkari Umumiyenin Kendi Kendine Teşkilatlanması

Hükûmet, tavır ve hareketini tanzim için, efkân umuyenin ehemmiyet verince, efkârı umumiye teşkilâtlanır. Efkârı umumiyenin daima, istifade olunabilecek, hazır bir halde bulunabilmesi, onun bir teşkilata malik olmasıyle mümkündür. Bu teşkilât, serbest tenkit ve münakaşa sahasıdır. Bu saha daima açık olmalı ve daima mütenevvi fikirlerle beslenmelidir. Bu ise, matbuatın gayreti ve menfaati umumiyenin hergiin yeniden yeniye münakaşa edilmesiyle olur. Efkârı umumiyenin cari olduğu bir memlekette, gazeteler intişar etmese ahali şaşkın ve çılgın bir hale gelir. Bahsettiğimiz bu fikir teşkilâtında, şu hususiyetler görülür:

a) Fikir teşkilâtı, bir ekalliyetin veyahut birtakım güzide insanların mahsulüdür. Şüphesiz halk kütlesi, bu teşkilâta iştirak eder. Fakat başka şeylerde olduğu gibi, bunda da halk kütlesinin rolü faal değildir. Gerçi halk, neşriyatı aksettirir, fikirlere taraftar toplar, fakat fikirleri ortaya atan ve neşriyatın merkezlerini teşkil eden halk değildir.

b) Muasır fikir teşkilâtında, hakikatte iki seçme zümrenin faaliyeti vardır. Bu sınıflardan biri, matbuat teşebbüslerini vücuda getiren ve idare edenlerdir.

Matbuat, fikirleri ortaya atmak ve neşretmek için lâzım vasıtalardır. Siyasi fikirleri de imal eden matbuattır. Matbuat teşebbüsleri, gazeteler, mecmualar ve kitap tabıları ile olur.

Matbuatın siyasi fikirler imalindeki rolü, daha çok, başka mahiyettedir. Çünkü "siyasî fikirleri ortaya atan, daima, siyasi gruplar ve zümreler gibi fikir cemiyetleridir." Yoksa halk kütlesi içinde, kendiliğinden meydana çıkmaz.

c) İyice bilinmek lâzımdır ki, gazeteler, mektep kitapları değildir. Aşağı insanların para ile yaptırdıkları matbuat mücadeleleri vardır. En adi yalanları işaada matbuatın kullanıldığı vakidir. Matbuat ve fikir hürriyetinin maruz kaldığı başka tehlikeler de vardır. Matbuatın ve hattâ fikir cemiyetlerinin, milli hükûmetin tesirinden kurtularak, siyasi veya iktisadi gizli maksatlara âlet olmasından korkulur. Matbuatın para ile satınalınabilmesi, beynelmilel yüksek para âleminin matbuat üzerinde gizli tesiri veyahut sadece ecnebi devletlerin tahsisatı mesturelerinin tesiri, işte bunların efkârı umumiyeyi iğfal ve tağlit etmesinden bihakkın korkulur. Fakat, hürriyetten çıkacak bu fenalıklar asla çaresiz değildir. Evvelâ, matbuat serbestisine meşru bir hudud çizilir. Saniyen, gazeteler, hususi bir teşkilât yaparak, bununla kendi üzerlerinde ahlâkî bir tesir icra ederler. İlk zamanlarda bir kazanç işinden başka bir şey olmıyan gazetecilik, içtimaî bir müessese haline gelebilir. Bundan başka, halkın fikri ve siyasi terbiyesi de bir teminattır. Halk, müteaddit gazeteleri okumağa ve onları biribirleriyle kontrol etmeğe ve gazetecilik yalanlarına inanmamağa alışırlar. Bütün bunların fevkinde, her şeyin açık olması sayesinde, hüsnüniyetin inkişaf edeceğini ve hayatî meseleler üzerinde hüsnüniyet sahibi insanların daima ekseriyeti teşkil edeceklerini kabul etmek muvafik olur. Çünkü, her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak mümkündür. Fakat, bütün dünyanın her zaman aldatmak mümkün değildir. Tecrübe göstermiştir ki, her şeyi söylemekten insanları menetmek asla mümkün değildir. Fakat, millî terbiye ve büyük manevi kuvvetlere karşı hükûmetin münasip tarzı hareketi sayesinde, isyankâr fikirlerin intişarına müsaade etmiyecek içtimai bir muhit yaratmak mümkündür. Fakat, her halde, her şeyin söylenmesine müsaade etmek ve bunun karşısında söyliyenlerin fiile geçmesine intizaren tedbir almakla iktifa etmek te mânasızdır. Bütün halkın, fiile geçtiği gün, onları tevkif edecek kuvvet yoktur. Tıbbi bir hıfzıssıhha olduğu gibi, içtimaî bir hıfzıssıhha da vardır. Her ikisi aynı prensibe istinat eder. Maddî mikropları yoketmek mümkün olmadığı gibi, manevî mikropları da yoketmek mümkün değildir. Fakat, şahsın vücudunda, cismani bir sıhhat yaratmak mümkün olduğu gibi, içtimai bünyede de manevi bir sıhhat yaratmak ve bu suretle bir mukavemet zemini hazırlamak mümkündür.

GAZETELER

Türkiye Cumhuriyetinde, gazete çıkarmak, kitap neşretmek, matbaa açmak için riayet olunması lâzım gelen merasim, Matbuat kanunu ve Matbaalar kanununda tespit olunmuştur. Muzır neşriyat ve şahıslara tecavüz halinde yapılacak muamele, bu kanunlarda ve Ceza kanununda yazılıdır.

Bu hususta, bizce söylenecek sözler, şöyle hulâsa edilebilir : Matbuatın, umumi hayatta ve cumhuriyetin terakkiyat ve tekâmülâtında haiz olduğu vazifeler yüksektir. Matbuatın, tam ve vâsi hürriyeti hüsnüistimal etmesi hususunun nazik olduğu kayde şayandır. Her türlü kanuni kayıtlardan evvel, bir kalem sahibi, ilme, ihtiyaca ve kendi siyasi telâkkilerine olduğu kadar vatandaşların haklarına ve memleketin - her türlü hususî telâkkilerin fevkinde olan - yüksek menfaatlerine de dikkat ve hürmet etmek manevi mecburiyetindedir. Bu mecburiyettir ki, umumî intizamı temin edebilir. Maahaza, matbuat serbestisinden meydana gelecek fenalıkları, ortadan kaldıracak müessir vasıta, asla mazide olduğu gibi matbuat hürriyetini bağlıyan bağlar değildir. Bilâkis, matbuat hürriyetinden tevellüt edecek mahzurların izale vasıtası, yine binnefis matbuat hürriyetidir.

4 - Cemiyet teşkili hürriyeti ;

5 - Tedris hürriyetidir.

"Cemiyet, müteaddit şahıslar tarafından malûmatları, veya mesailerini daimî surette birleştirmek maksadiyle teşkil edilen heyettir".

Himayei Etfal, Hilâli Ahmer Cemiyetleri, Tayyare Cemiyeti, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Kadınlar Birliği gibi, kulüpler dahi cemiyetler kabîlindendir.

"Tedris ; bir kimsenin, kendi ilmini başkalarına öğretmesidir." Buradaki tedristen maksat, aile içinde yapılan tedris ve tederrüs değildir. Bir müessese açarak, umumî tedrisatta bulunmaktır.

Cemiyet ve tedris hürriyetleri, diğer ferdî hürriyetlerden farklıdır. Çünkü bunlar, müşterek bir faaliyetin daimi tatbikatını icap ettirir. Bu sebeple, yalnız ferdi haklar gibi mütalea olunamazlar.

CEMİYET TEŞKİLİ

Cemiyetler, bir taraftan içtimaî heyeti takviye eder; fakat bir taraftan da, teşekkül eden cemiyetler, devlet içinde baglıbaşına birer teşkilât ve birer kuvvet olacaklarından, devlet için tehlikeli de olabilirler. Bu sebeple, cemiyet teşkili, Teşkilâtı Esâsiye Kanunumuzda, fertlerin tabiî haklarından tanınmış olmakla beraber, ayrıca bir kanunla kayıtlanmıştır. Cemiyetler Kanununa göre :

a) Cemiyet, teessüsünü müteakıp, behemekal hükûmete, usulü dairesinde bildirilmek lâzımdir.

b) Mevcut kanunlara, umumi âdaba mugayir, gayrimeşru bir esasa veya devletin istiklâlini, hükûmetin şeklini bozmak ve muhtelif unsurları biribirinden ayırmak maksatlariyle cemiyetler teşkil edilemez.

c) Kavmiyet ve cinsiyet, esas ve ünvanlar ile siyasî cemiyetler teşkili memnudur.

d) Cemiyet azasının on sekiz yaşına dahil olmuş bulunması şarttır.

e) Hafî, cemiyetler teşkili kat'iyyen memnudur.

f) Cemiyetlerin toplandıkları yerde her nevz silâh memnudur. Yalnız kulüplerde, zabıtanın malûmatı altında meç talimine ve avcılığa mahsus silâhlardan Iüzumu kadar bulunabilir.

TEDRİS HÜRRİYETİ

Tedrise gelince, bu da çok mühim ve naziktir. Devlet, vatandaşların tahsil ve terbiyesiyle çok alâkadardır. Bir defa ilk tedrisatı mecburi tutar ve umumiyetle tedrisat hükûmetin nezareti altında ve onun programları dairesinde olur. Çünkü, tedris hürriyeti, mahiyeti itibariyle muhtelittir. Bir taraftan, ferdî hürriyetin icabıdır, fakat müşterek teşkilâta dayanır. Onun için tedrisin kanunla hususî bir nizam altına alınması lâzımdır. Teşkilâtı Esasiyede buna dair olan madde şudur : "Hükûmetin nezaret ve murakabesi altında ve kanun dairesinde her türlü tedrisat serbesttir".

Tevhidi Tedrisat kanununa göre, "Türkiye dahilinde bütün müessesatı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur."

Yalnız Harbiye Mektebine menşe olan askerî liseler, Millî Müdafaa Vekâletine bırakılmıştır.

İHBAR YE ŞİKÂYET HAKKI

"Türkler, gerek şahıslarına, gerek âmmeye müteallik olarak kavanin ve nizamata muhalif gördükleri hususatta merciine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne münferiden veya müçtemian ihbar ve şikâyette bulunabilirler. Şahsa ait olarak vukubulan müracaatin neticesi müsted'iye tahriren tebliğ olunmak mecburidir". (1)

Bu şikâyet hakkı, zikrolunduğu gibi bir haksızlığa karşı şikâyet mahiyetinde olursa, ferdî hak olur. Fakat, kanunlardan şikâyet ve kanunların tebdiline ait teklif mahiyetinde olursa, bu cihet vatandaşın siyasi teşebbüsü demek olur ki, bunun şekil ve hududu kanunla muayyendir.

"Kanun teklif etmek hakkı, Meclis azasına ve İcra Vekilleri Heyetine aittir (2).

Bunun haricinde siyasi meramını göstermek isteyen vatandaş, kitap yazarak ve matbuattan istifade ederek arzusunu tatmin eder. Efkarı umumiyeye riayetkâr olan hükûmetler veya meclisler bunları nazan dikkate alır.

FERDİ HAK YE SİYASİ HAK

Ferdî hak, siyasi hak demek değildir. Ferdî haklara, medenî haklar, yahut, âmme veya cemaat hakları gibi isimler verenler olmuştur. İsim ne olursa olsun, ferdî haklar, siyasî haklar dediğimiz şeylerden başkadır.

Siyasi haklar, vatandaşların hükûmete iştirakini temin eden haklardır; bunun en açık ve belli misali siyasi intihaptır.

Siyasi haklardan, ancak kanunun bu hakları kendilerine verdiği vatandaşlar istifade edebilir.

(1) T. E. M. 82

(2) T. E. M. 15.

Siyasî haklar, cins, yaş ve kabiliyet farkı olmaksızın milletin her ferdine verilmemiştir (1).

Ferdî haklar ise, prensip olarak, cinsleri, sinleri ve kabiliyetleri ne olursa olsun, milleti teşkil eden her ferde aittir. Bu hakların bir kısmı dahi, gördüğümüz veçhile birtakım kayıtlara tâbidir; bunun sebebi ikidir :

I. Bu haklar tatbiklerinde siyasî bir faaliyet teşkil edebilirler; bu faaliyet hükûmete bilvasıta iştirake varır. Matbuat hürriyeti, cemiyet teşkili hürriyeti, içtima hürriyeti ve hattâ müstakbel vatandaşlar yetiştiren tedris hürriyeti gibi.

II. Ferdî hürriyetini henüz fiilen kullanmıya muktedir olmıyanların himayesi mevzuubahs olur. Meselâ, çalışma hürriyeti bazı hallerde tahdit olunur.

(1) T. E. M. 10

HÜRRİYETİN MUHAFAZA VE MÜEYYİDELERİ

Asrî teşkilâtı esasiye kanunlarında, ferdî haklar ve vatandaşın siyasî hakları tespit olunmuştur. Fakat bu hakların, fiilen kullanılması için, onların nasıl kullanılacağını ve hudutlarını tanzim eden kanunlar da lâzımdır. Böyle olmazsa, Teşkilâtı Esasiye kanununda temin olunan haklar, kullanılmaz birer vait halinde kalır. Bu sebeple hakların kullanılmasını tanzim etmek elzem bir kaidedir.

Teşkilâtı Esasiye Kanunu ve bu kanun muhteviyatı hükümlerinin tatbiklerini tanzim eden kanunlar, vatandaşların tabiî ve siyasî hak ve hürriyetlerinin müeyyideleridir. Fakat, asıl müeyyide, hükûmettir. Vatandaş hürriyeti tanıyan, ona hürmet eden, onun temin ve muhafazasını en birinci vazife bilen siyasî idare ise, tabiatiyle, demokrasi esasına müstenit cumhuriyettir. Eski devirde, hürriyetlerin muhafazası gibi bir mesele mevzubahs değildi; çünkü hürriyet yoktu.

Biliyoruz ki, bir devletin temeli, ilûhiyet fikrine, ilâhî idareye dayandıkça, o devlette her hak, Allahın vekilinde ve Peygamberin halifesindedir; ferdin hakkı mevzuubahs değildir.

ÖRFİ İDARE

Hürriyeti ve onun hududunu izah etmiştik. Bu münasebetle demiştik ki, müstesna zamanlar, müstesna tedbirler icap ettirebilir. Bir deni hürriyetin suiistimali, hürriyetin muvakkat, lâkin geniş mikyasta tahdidini icap ettirebilir. Şimdi bu husustaki tedbirlerden bahsedelim : Bellibaşlı kanunî tedbirlerden biri örfî idaredir.

Ürff idare, şahıs ve ikametgâh masuniyetlerinin, matbuat; müraselât, cemiyet, şirket hürriyetlerinin muvakkat bir zaman için kayıt altına alınması, veyahut talik edilmesi demektir. "Örfî idare, korku ve dehşete müstenit ve ciheti askeriye tarafından ifa olunur bir idaredir". Böyle bir idarenin tesisine ancak bu gibi hallerde mecburiyet hâsıl olabilir :

1 - Harp halinde veya harbi icap ettirecek bir vaziyet hudusunda;

2 - İsyan zuhurunda;

3 - Vatan ve cumhuriyet aleyhinde kuvvetli ve fiilî teşebbüsler vukuunu teyit eden kat'î emareler görüldüğü zaman.

Ürfî idare İcra Vekilleri Heyeti tarafından ve müddeti bir ayı geçmemek üzere bütün memlekette veya yalnız bir mıntıkada veya bir yerde ilân olunabilir. Fakat, keyfiyet hemen Meclisin tasdikine arzolunur. Meclis, örfî idare müddetini, icabında tezyit veya tenkis edebilir.

Meclis toplu değilse derhal toplanmağa davet olunur. Her halde, örfi idarenin fazla uzatılması Meclisin kararına bağlıdır.

Ürfi idare mıntıkası ve bu mıntıka içinde tatbik olunacak hükümler ve muamelelerin nasıl olacağı ve bir harp halinde masuniyet ve hürriyetlerin nasıl takyit ve talik olunacağı kanunla tespit olunur.

Bizde carî olan örfi idare kararnamesi ve zeyillerinin bazı maddelerini kaydedelim :

1 - Örff idare altına alınan bir şehir ve kaza veya vilâyetin hududunu teşkil eden mevkilerin isimleri sureti mahsusada ilân kılınacaktır.

2 - Örff idarenin ilân olunmasıyle beraber, Teşkilâtı Esasiye Kanununun ve sair mülkiye kanun ve nizamnamelerinin, işbu örfi idare kararnamesine muhalif olan maddelerinin hükümleri, örfî idare devam ettikçe muvakkaten tatil olunacaktır.

3 - Devletin dahili ve haricî emniyetini ihlâl edecek cürumlerin ve kabahatlerin asıl failleri ve zimethal olanlar ne sıfat ve haysiyette bulunursa bulunsun, divanıharp huzurunda muhakeme edilecektir.

4 - Askerî idare :

a) Lüzum görülen şahısların gece ve gündüz meskenlerini aramağa;

b) Şüpheli ve sabıkalı güruhundan olanları başka yerlere uzaklaştırmağa;

c) Ahalinin silâhlarını ve cephanesini toplamağa ;

d) Heyecanı mucip neşriyatta bulunan gazeteleri derhal tatil etmeğe ve her türlü cemiyetleri menetmeğe mezundur.

e) Örfî idare mıntıkasında bir veya lüzumu kadar divanıharpler bulunur.

Hıyaneti Vataniye kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri kanunu gibi kanunlar dahi Cumhuriyetin masuniyeti için, fevkalâde tedbirler sırasında sayılır.

Hıyaneti Vataniye kanununa göre, Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı mutazammın, kavlen veya tahriren veya fiilen kast ile muhalefette bulunanlar veya ifsatlar yapan veya neşriyatta bulunan kimseler vatan haini addolunur. Dini veya dinî mukaddesatı âlet ittihaz ederek Cumhuriyeti bozmak veya ahali arasında fesat ve nifak çıkarmağa herne suretle olursa olsun çalışanlar da vatan hainidirler, bunlar asılırlar.

İstiklâl Mahkemeleri kanununun da mühim maddeleri şunlardır :

1 - İcra Vekilleri Heyetince gösterilecek lüzum üzerine ve Büyük Millet Meclisince ekseriyeti mutlaka ile verilecek karar üzerine, icap eden mahallerde, İstiklâl Mahkemeleri teşkil olunur.

2 - Bu mahkemeler, Büyük Millet Meclisinin ekseriyeti mutlâkası ve gizli rey ile kendi azası meyanından müntehap bir reis ve iki aza ve bir müddeiumumiden teşekkül eder. Bir ihtiyat aza ve icabında bir müddeiumumi muavini de intihap olunur.

3 - İstiklâl mahkemelerinin vazifeleri şunlardır :

a) Askerden kaçanları ve bu kaçmağa sebebiyet verenleri ve bunları tutmakta gevşeklik gösterenleri;

b) Hıyaneti vataniye cürümlerini yapanları;

c) Askerî ve siyasî casusluk edenleri ve saireyi muhakeme etmektir.

Bu gibi kanunlar, tabiatiyle her zaman tatbik olunmazlar. Onların tatbiki ancak, başka tedbirlerle önüne geçilemiyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman zarurî olarak tatbik olunur.

 MÜSAVAT

Teşkilâtı Esasiyeden :

"Altmış dokuzuncu madde - Türkler kanun nazarında müsavi ve bilâistisna kanuna riayetle mükelleftirler. Her türlü zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazları mülga ve memnudur.

Seksen üçüncü madde - Hiç kimse kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir mahkemeye celp ve sevkolunamaz.

Doksan ikinci madde - Hukuku siyasiyeyi haiz her Türk ehliyet ve istihkakına göre devlet memuriyetlerinde istihdam olunmak hakkını haizdir".

Müsavattan maksat, kanun önünde müsavattır, yani vatandaşların kanunî haklarında müsaviliğidir. Yoksa maddî hayat şartlarında müsavat değildir.

Rusya müstesna olmak üzere bütün dünyada, her fert, menfaat ve zararı kendine ait olmak üzere hayatını tanzim eder. Yalnız her ferde, faaliyetinde aynı kanunî vasıtalar, haklar verilir. Eski idarelerde mevcut olan sınıf farklarından doğan engeller kaldırılır. Fakat, ferdî hürriyet ve ferdî mes'uliyeti bozan, iktisadî bir müşavat, bugünkü içtimai nizamı bozar :

Müsavat prensipi aşağıdaki neticeleri doğurmuştur.

I. İçtimaî müsavat, yani aileye müstenit bütün sınıf ve derece farkları kaldırılmalıdır.

Bir aile çocuklarını mirastan müsavi surette müstefit etmelidir. Bu müsavat, aristokrasinin teşekkülüne mânidir.

II.Siyasî haklarda ve bilhassa intihap hakkında müsavat.

III. Adlî işlerde müsavat, herkes için aynı cürümlere aynı cezalar verilmelidir.

IV. Vergi hususunda müsavat, mükellefiyetlerin, bütün vatandaşlar arasında, kudretleri nispetinde tevziini icap ettirir.

V . Vazife ve memuriyetlerin herkese, kabiliyet farkından başka bir fark gözetilmeksizin, açık bulunması.

VI. Askerî hizmet hususunda müsavat.

Bu saydığımız müsavatlar, din, ırk farkları gözetilmeksizin, Türk vatandaşlarına müsavi olarak tatbik olunmak lâzımdır.

Fertler arasında mevcut olması lâzım gelen bu müsavat, kuvvet ve tefevvukun ve âmiriyetin devlet eline geçmesini icap ettirir. Siyasî adamların ve memurların fiilen bu âmiriyeti kullanmaları, bu müsavatı bozmaz. Zira bunlar âmiriyeti, yalnız vazifelerinin ifası için kullanırlar.

İÇTİMAİ YARDIM

Demokrasi; vatandaşa hayatını tahakkuk ettirmek ve her türlü ferdî ve içtimaî vazifelerinin ifası hürriyetini ve imkânını bırakır. Fakat, diğer cihetten, hastalar, zayıflar, sakatlar gibi hürriyetlerinden tamamen istifade edemiyen bir kısım vatandaşlara da bir hayat temin etmek mecburiyetindedir. Bu gibi vazifeleri, içtimai yardım teşkilâtı görür.

İçtimaî yardım teşkilâtı pek lüzumludur. Bu teşkilât, her yerde çok inkişaf etmiştir. Bu hizmet, bazan devlet tarafından bir elden idare olunur, bazan da mahallî idarelere bırakılır. En ziyade bu ikinci şekil taammüm ediyor.

Bu teşkilât, muhtaçlara meccanen doktor ve ilâç temin eder. Fakir ihtiyarlara, sakatlara ve gayri kabili tedavi hastalara, lohusa kadınlara, efradı çok ailelere, memedeki çocuklara yardım eder. Bunlara, lüzumuna göre, ya meskenlerinde bakılır, yahut umumî bir müesseseye naklolunurlar.

Yapılacak yardımın şekli ve derecesi, imkân nispetinde idare tarafından tespit olunur. Yoksa muhtaçlar, her düşündüklerini istiyemezler.

Resmi içtimaî yardım teşkilâtı ihtiyaca kâfî gelemez. Hilâli Ahmer, Himayei Etfal, fakirlere yardım cemiyetleri gibi, aynı mahiyetteki hususî müesseseler de yardım ederler.

Devlet tarafından hastaneler açılması ve bunlara, mahallî idarenin karariyle bazılarının parasız olarak kabulü "içtimaî yardım" teşkilâtının gördüğü hizmetlerdendir.

Bundan maada, memur ve müstahdemlerin, amele ve köylülerin tekaüt sandıkları ve kaza ve vefat halleri için sigorta kasalan gibi içtimaî bakımdan teşkilâtı da vardır. Birçok devletlerde, ihtiyarlık, işsizlik ve vefat gibi hallere karşı, herkes için "içtimaî sigorta" tatbik olunmaktadır.

İŞ BÖLÜMÜ

İnsanların, maddi, fikri birtakım ihtiyaçları vardır; içtimaî bir heyetin de müşterek ihtiyaçları vardır. Herkes, şahsî ihtiyaçlannı, tek başına temin edemez. Cemiyet azasından herbiri bir iş, bir şey yapar. Bütün bu işler ve şeyler her insanın ve cemiyetin ihtiyaçlarını temin eder.

Demek oluyor ki, bir cemiyetin ve onun azasının işleri, fertleri arasında bölünmüştür.

Buna iş bölümü derler.

İş bölümü, medeniyetin her safhasında görülmüştür.

İptidaî kavimlerde, esaslı olarak işler, kadınla erkek arasında bölünmüştür.

Erkek, av gibi hayvanî gıdaları, kadın da meyva toplamak, ziraat etmek gibi nebatî gıdaları tedarik etmek işlerini yaparlardı. İşlerin böyle bölünmüş olması, kadınla erkeğin; istidatlarına göre değildi.

İptidaî insan zümrelerinde, şu türlü de, bir iş bölümü oldu; meselâ bazı aşiretler, yalnız çömlekçilik; bazıları da yalnız silâh yaparlardı.

Esnaf heyetleri devrinde, iş bölümü ziyadeleşti. Çünkü her esnaf heyeti, bir iş görür. Bazan aynı san'at, birçok gubelere ayrılır; marangozluk, doğramacılık, gibi... Hattâ bir san'at şubesine ait işler, ayrı ayrı adamlara gördürülür; meselâ, odun, evvelâ oduncular sonra bıçkıcılar, sonra kerestecilerden geçer.

Bugünkü büyük sanayi devrinde ise, iş bölümü çok ileri gitmiştir; her memlekette, binlerce faaliyet şubesi vardır.

İş bölümü, maddi işlerde olduğu gibi, fikrî, siyasi, idari işlerde de çoğalmıştır; meselâ, ilim, herbiri bir mevzu ve usule malik birçok kısımlara ayrılır. Bir adamın bir ilmi tamamen kavramasına imkân kalmadı.

İş bölümünü inkişaf ettiren sebepler, nüfus çokluğudur. San'at ve mesleklerin çokluğu ve bunların ayrı ayrı fertler tarafından yapılması, yeni iş bölümü sayesinde hayat şartları tahammül edilir bir halde tutulabilmektedir. Aynı zamanda, büyük mütehassısların, yetişmesi, ihtiralar, terakkiler hep bu sayede olmaktadır.

İş bölümü, insanlar arasında mevcut olan tabiî ve tarihi bağlara, yeni birçok kuvvetli bağlar ilâve etmiştir. Bu yeni bağlar, insanlara biribirlerinin eksiklerini tamamlatan, yalnız bugünü değil, yarını da temine çalışan bağlardır.

Vatandaş İçin Medeni Bilgiler G İ R İ Ş (s:1-11)



G İ R İ Ş (s:1-11)

M. Kemal Atatürk'ün XXV. ölümü yıldönümünde Türk Tarih Kurumu konferanslar tertip etmiş ve bunları kitap halinde, yayınlanmıştır. O yıl aynı zamanda "Unesco" Genel merkezinde, bütün üye olan devletler Atatürk'ü anma kararı almış ve bu üye milletlerin kültür teşekkülleri yayınlar yapmışlardır.

Türk Tarih Kurumu'nun bu konferanslar serisinde ben "Atatürk' ün vatandaşlık hak ve vazifeleri üzerindeki düşünceleri" konusunu ele alarak işledim ve bilhassa Atatürk'ün el yazılarıyle olan belgeleri dinleyicilere gösterdim. O tarihten itibaren elimde bulunan bütün yazıları tasnif ederek kitap halinde yayınlamayı istedim. Meslek arkadaşlarım da beni bu hususta teşvik ettiler. O konferansımda bütün "Medeni Bilgiler" kitabımın her konusunu belgeleriyle göstermeme imkân yoktu. Bunun için Atatiirk'ün XXX. ölüm yıldönümü vesilesiyle bu "Medeni Bilgiler" kitabmın hazırlanma tarzını, el yazılarıyle belgelerine dayanarak izah etmek istiyorum. Bu yazılarm çoğunluğu Atatürk'ündür.

Aynı zamanda Atatürk'ün muhitinde konuşulan konulan ve çeşitli meseleler üzerindeki düşünceleri de tespit etmiş olacağımı. Atatürk'ün etrafındaki toplantılardan daima bahsedilmektedir.

Burada bulunanlar hâtıralarmı kendi görüşlerine göre yazmışlardır. Tarihci ve ediplerimiz ise bu toplantıları işittikleri veya okuduklarından çıkardıkları neticeye göre yazmak istemektedirler.

Benim şahit olduğuma göre Atatürk'ün etrafında toplanmalar çok çeşitlidir. Gündüzleri çoğunlukla hususi kütüphanesinde daima bir kaç kişi ile ya çalışır veya belirli bir konu üzerinde konuşmalar yapardı. Bunlar otomobil veya motor gezintilerinde devam eder ve çoğuıılukla Ankara'da çiftlik evlerinde ya davetlileri veyahut oraya toplannıış olan halk ile doğrudan doğruya meseleleri konuşur ve fikirlerini sorardı.

Bu hal memleket içi seyahatlerinde daha kesif olarak uygulanır, trende vapurda ve uğradığı her yerde daima yeni konular ve tetkikler açıklanarak üzerlerinde münakaşalar yaptırmasını severdi. Atatürk'ün günlük entelektüel yaşayışı her zaman her muhitte tatbikat sahası bulur ve karşısında imtihana çekilenler eksik olmazdı.

Bir örnek vermek için şu olayı anlatmalıyım. Bir gün dişlerini tedavi etmek için gelen hekime, o sırada benim elimde okuduğum sosyoloji kitabından, sorular sormaya başladı. Tabii buna derhal cevap verecek durumda olmayan diş hekimi mahcup olmuştu. Ben buna müdahale ederek hemen kitabı getirdim ve bunun pek yeni neşriyat olduğunu gösterdim. Atatürk bir taraftan da işi şakaya getirerek diş hekimine şöyle söyledi : "Biliyorum, siz kendi mesleğinizde en büyük başarıyı gösteriyorsunuz, fakat bunun yanı başında başka meselelerle de ilgilenerek okumanızı teşvik etmek istedim ve bu kadar aykırı bir konuyu bilhassa seçtim" dedi. Diş hekimi ertesi gelişinde bu konuya ait bir çok kitap tedarik ederek okumuş ve bu sefer o Atatürk'e bunlardan bazı sorular sormuştu.

Buna daha pek çok verilecek örnekler vardır.

Yine meselâ Atatürk'ün motor ile mutad Boğaz gezintilerinde mutlaka bir kitap veya bir mesele konuşma konusu olur ve o gezintinin sonunda herkes bir şeyler öğrenmiş olurdu.

Bir de bunlara eklenen Atatürk'ün akşam toplantıları vardır. Buraya davet edilenler, bulunulan çevreye göre değişir. Ankara'da bulunulduğu zaman âdet şöyle idi: Atatürk'e her gün, genel sekreter gelen evrak üzerinde bilgi verir ve emirlerini alır. Duruma göre memleket meseleleri ve dış olaylar için kendisi direktifler verir bazen de meseleleri derinlemesine soruşturur, bilgi alırdı. Bu arada başbakan ve bakanlardan bazıları lüzum gördükleri zaman yine hükümet işlerini görüşmeye gelirler. Meselâ Genel Kurmay başkanı mareşal Fevzi Çakmak ekseriya konuşmak için gündüzleri gelirdi.

Akşam üzeri başyaver yanına gelir ve sofraya kimlerin davet edilmesini emrettiklerini sorardı. Atatürk bu listeyi o günkü çalıştığı ve okuduğu kitaplarla ilgili kimseler olmasını ister ve ona göre yazdırırdı. Derhal burada şuna da işaret etmeliyim ki, Atatürk devrinin, mesleklerinde isim yapmış şahısları daima onun etrafında toplanmıştır. Onun için memleketin aydın kişilerini, o muhitte tanımak ve konuşmak daima mümkün olmuştur. Bu, sadece Ankara ve İstanbul'da değil,

memleketin çeşitli yerlerine gidildigi vakitte böyle olur, o çevrenin tanınmış aydın kişileri bu toplantılara çağırılırdı. Ancak her akşam başyaverin yazdığı listedeki kimseler, bazen mâzeretleri otur gelemezler veya orada bulunmazlar, onun için listelerde yazılı olanlar her zaman bir araya gelemezler vey ahut toplandıktan sonra bir başka isim ortaya atılır, geç de olsa hemen haber gönderilerek davet edilirdi. Devlet adamları bilhassa başbakan, dahiliye ve hariciye bakanları ise istedikleri zaman gelebilirlerdi.

 

Şimdi, bu kitabı ve belgeleri yayınlama vesilesiyle şahidi olduğum olaylar hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum. Ancak kendi mesleki hayatımdan bahsetmemin mazur görülmesini rica ederim.

1929/1930 ders yılında Ankara Musiki muallim mektebinde öğretmenlik görevime, Yurt bilgisi ve Tarih derslerini vermek üzere başlamıştım. Yurt bilgisi için okutacağım ders kitabını Atatürk gördüğü zaman bunu yeterli bulmamıştı. Kitabın konuları ise kendisini de ilgilendirdiği için evvela benim Fransız lisesinde okuduğum "Instruction civique" kitabımdan bazı tercümeler yapmamı istedi. Aynı zamanda, bu konulara ait çeşitli kitapları, genel sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu'na araştırtarak Almanca'dan bazı tercümeleri yaptırmıştı. Kendisi fransızcadan ve Türkçeden okuduklarına bu tercümelerden de istifade ederek, bazı konuları bizzat yazmış veya bizlere yani bana ve genel sekretere dikte ettirmiştir. Benim o zamanki çalışmalarımı bu konulara ait kitapları aramak, okumak ve icabederse tercüme ederek notlar almak idi. Bu suretle Yurt bilgisi derslerimi program uyarınca bu yeni incelemelere göre veriyordum. Okulda kız ve erkek öğrenciler beraber okuyorlardı. O tarihte yürürlükte olan kanunlarımızda kadınlara seçim hakkı tanınmış değildi.

Bir ders tatbikatı olarak, bütün ders verdiğim sınıflarda Belediye kanununa göre seçim denemesi yaptırdım. Öğrenciler heyecanla bu işte çalıştılar, rey kutuları hazırladılar. O zaman yürürlükte olan Belediye kanunu tam manasıyle tatbik edildi ve belediye başkanı olarak da bir kız arkadaşlarını seçtiler. Bunun üzerine bir erkek öğrencinin itirazı ile karşılaştım. Diyordu ki : "Mevcut kanunun bize öğrettiğine göre kadınların rey verme hakkı olmadığı gibi, seçilemezler de". Öğrenci itirazında haklı idi, ama ben öğretmen olarak şu telkinde bulunmayı münasip gördüm. "Bu öğrendikleriniz ilerisi için sizlere lüzumlu olacaktır. Kadınlarımız da yakında rey hakkı kazanacaktır" dedim. Fakat bu sözlerimin erkek ögrenci karşısında öğretmenlik otoritesinin ötesine geçmiyeceği muhakkaktı.

İşte böylece ögrencilerimden birinin bu itirazı ve soruları beni kadın hakları üzerinde çalışmaya teşvik etti.

Aynı gün Gazi Orman çiftliğindeki Marmara köşkünde Atatürk ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'ya bu olayı, Türk kadını olarak rey hakkına malik olmadığımızdan çok müteessir olduğumu anlattım.

Atatürk bana bu konuda çalışmamı ve başlıca memleketlerde bu meselelerin nasıl hal edilmiş olduğunu tetkik etmemi tavsiye etti. İtiraf edeyim ki o sıralarda ben bu hususta hemen hiç bilgi sahibi degildim. Fakat kız ve erkek öğencilerimin karşısına, bu haklardan mahrum olan bir öğretmen olarak da çıkmak istemiyordum. Çok severek başladığım ögretmenlik hayatımdan ve vazifesinden ayrılmak da bana ağır gelecekti. Bununla beraber Atatürk'e şunu söylemekten kendimi alamadım : "Hiç olmazsa erkek öğrencim kadar bir hak sahibi olmadan o sınıfa ders veremiyeceğim" dedim. Bu sırada İçişleri Bakam Şükrü Kaya, B. M. Meclisinde bir yıldan beri müzakere edilmekte olan Belediye kanununda bu işin ele alınabileceğini ifade etti. Atatürk düşünüyordu. Birden "Başvekille konuşuruz, fakat bu meselede hazırlıklı olmak ve münakaşa etmek lâzımdır" dedi. Kendisi o akşam Çankaya köşküne devlet adamlarından, Hukuk mektebi (o zaman henüz fakülte değildi) hocalarından ve daha başka bu meseleleri konuşabilecek kimseleri davet ettirdi. Konu açıldığı vakit, kadınlarm rey hakkına taraftar olanlar bulunduğu gibi, buna karşı olanların fikirleri de tartışılmaya başlandı. Ben heyecanlı idim ama, tam inandırıcı deliller bulamıyordum. Fakat o günden sonra bir çok kitap okumaya başladım. Diğer memleketlerdeki durum hakkında bilgi sahibi oldukça bu münakaşalar benim için daha istifadeli oluyordu. 

Şimdi B. M. Meclisi zabıtlarında bu meseleyi tetkik edecek olursak durumu şöyle tespit edebiliriz : 20 Mart 1929 tarihinde Başvekil İsmet (İnönü) imzasıyle hükümet teklifi olarak B. M. Meclisi'ne yazılan tezkesede şunlar yazılıdır :

"Dahiliye vekâletince hazırlanan ve icra vekilleri heyetinin 6.3.1929 tarihli içtimaında yüksek meclise arzı kararlaştırılan Belediye kanun lâyihası esbabı mucibesiyle birlikte takdim olunmuştur".

Bu kanun lâyihasının uzun mucip sebepleri kısmında, kadınların rey verme meselesi teklif edilmemiştir.

Fakat tam bir yıl sonra 20 Mart 1930'da bu kanun'un müzakeresi için B. M. Meclisinde müstaceliyet (ivedilik) kararı alınıyor. (Yalnız Kars mebusu Agaoğlu Ahmet itiraz ediyor) 22 Mart 1930 cumartesi, 24 pazartesi, 27 perşembe, 29 cumartesi ve 31 Mart pazartesi bu kanun üzerine çeşitli yönlerden münakaşa ve müzakereler oluyor. Nihayet 3 Nisan 1930 perşembe günü 164 maddeli Belediye kanunu, kadınlara da rey verme ve seçme hakkı vererek kabul edilmiş oluyor. Aynı gün Türkocağı salonunda Atatürk'ün de hazır bulunduğıı bir toplantıda ilk konferansımı Kadın hakları üzerinde vermiştim.

Bu sırada B. M. Meclisinde aza adedi 316 dır. Bunların içinden 198' i reye iştitak ile kabul etmişlerdir. Red ve müstenkif kalanlar yoktur. Reye iştirak edemeyenler 117 kişidir.

Yine bu kanunun kabul edildiği tarihte Hükümeti teşkil eden üyeler şunlardır :

Başvekil : İsmet İnönü 

Milli Müdafaa Vekili : M. Abdülhalik (Renda).

Adliye " : Mahmut Esat (Bozkurt) 

Maliye " : Şükrü Saraçoğlu 

Hariciye " : Tevfik Rüştü (Aras).

Dahiliye " : Şükrü Kaya 

Maarif " : H. Vâsıf (Çınar)

Nafıa " : Recep (Peker)

İktisat " : M. Rahmi 

Sıhhat ve İçtimaî Muavenet : Dr. Refik (Saydam) 

Diğer taraftan Yurt bilgisi'nin programına göre diğer konular da bu yukarıda açıkladığım tarzda hazırlanırdı. Ben bunları ders planına uygun olarak tertip ederdim. Bir kısmını ise broşür olarak bastırır, ögrencilerime dağıtırdım. Fakat bu konuların asıl ilgi çekici yönü, Atatürk'ün toplantılarında bulunanlar arasında tartışmaların yapılması idi. Devlet adamları, askeri erkân, hukukçular, edipler ve günün diğer aydın kişileri arasında konu ortaya atılır, herkes fikrini ve bilgisini açıklamak fırsatını bulurdu. Kara tahta yemek odasının başlıca mobilyalarından biri idi, bunun üzerinde icabederse konuşanlar yazarak veya çizgilerle fikirlerini anlatma yolunu tutarlardı. Konuşmalar muntazam ve usulüne göre, ya Atatürk tarafından idare edilir veyahut bu idareyi başka bir arkadaşına verirdi. Bu konuşmalar çok faydalı ve bilhassa benim için çok öğretici idi. Elimde daima kalem kâğıt bulunduğu için de hemen her şeyi not ederdim. Ayrıca bir tarif veya bir mesele üzerinde daha etraflı konuşulmasını temin için sorular yazdırılır ve davetlilerin ertesi akşama hazırlıklı gelmeleri temin edilirdi. Devlet adamlarımızın Atatürk'ün özel kütüphanesinden okumaları için birer kitapla çıktıkları çok olurdu. Bu vesile ile devlet teşkilâtımız ve kanunlar üzerinde konuşulur ve günün ihtiyaçları gözönünde tutulduğu gibi, medeni icapların sosyal bünyemizdeki yararlı olabilecek prensipleri görüşülürdü. Benim için bu toplantılar ve konuşmalar bilgi edinme bakımından en faydalı bir şekil idi. Tabii bu arada günün siyasi olayları, memleket meseleleri, tarihi konular da konuşma konusu olurdu. Şimdi bu açıklamalardan sonra "Medeni Bilgiler" adını verdiğimiz Yurt Bilgisine ait belgelerin elimde olanlarım şöyle sıralayabilirim :

1) Tercümeler ve çeşitli notlar.

2) El yazılarıyle ilk müsveddeler (bunlar Atatürk'ün, Tevfik Bıyıklıoğlu ve benim) üzerinde düzeltmeler, ilâveler ve çıkarmalar vardır.

3) Tape edildikten sonra yeniden ilâve düzeltmeler olan kısımlar. 

4) Bütün devlet ve hükümet teşkilâtından toplanmış olan bilgileri içine alan dosyalar (Bunlar sonradan Recep Peker'e verilmiş ve onun hazırlamasıyle Medeni Bilgilerin II. cildi basılmıştır).

İşte bütün bu yazılardan sonra yayınlanan broşür ve kitaplar ise şöyle sıralanabilir :

1) Broşür ve risale şeklinde "Türk Çocuklarına Yurt Bilgisi Notları". Ankara 1929.

2) Her konu için ayrı kitap olarak : İntihap, 72 sahife, Askerlik vazifesi, 77 sahife, Şirketler ve Bankalar, 172 sahife, Vergi bilgisi, 98 sahife. Bu dört kitap 1930 yılında İstanbul'da basılmıştır.

3) Bütün bu konuların toplu olarak bir arada basılmış kitabı (141 sahife) "Vatandaş İçin Medenî Bilgiler" adını taşır. İstanbul 1930.

4) "Vatandaş İçin Medenî Bilgiler" adı altında orta okullarda okutulmak üzere basılmış olanlar ise şu tarihlerdedir : Maarif Vekâleti Millî Talim ve Terbiye dairesinin 7.IX.1931 tarih ve 2297 numaralı emriyle 7.VI.1932 tarih ve 1908 numaralı emriyle (191 sahife).

27.VI.1933 tarih ve 3113 numaralı emriyle (302 sahife). Bu kitaplar pek çok adette basılmıştır. Ancak her basılışta yeniden üzerinde düzeltmeler ilâveler yapılmış veyahut bazı kelimeler çıkanlmıştır. Meselâ 1930 da çıkan kitapta "Mutedil Devletcilik" (S. 79) konmuş iken sonradan "mutedil" kelmesi silinmiştir. Bu kitabın ilk sahifesinde "vatandaş için medenî bilgiler neden bahseder? "başlığı altındaki izahlarda Atatürk'ün el yazısı ile bir ilâve vardır : "İşte vatandaşlara, gerek Devlet ve hükümetle ve gerek aralarındaki münasebete nazaran mevcut vazifeleri ve hakları ve umumiyetle Devlet teşkilâtını ögreten bilgiler, Medenî Bilgiler namı altında toplanmıştır". S. 11, İstanbul 1930.

Yukarda da izah ettiğim gibi bütün bu konular üzerindeki çalışmalar ve Atatürk'ün muhitinde olan münakaşalar daima çok ilgi çekici olmuştur. Ancak, bu kitabın didaktik yani öğretim usulüne uygun bir tertip içinde olması ve üslûbunun sadeleştirilmesi lâzımdı. Bu bakımdan okullarda okutulmasına devam için bazı çalışmalarım oldu ise de, zamanımı tamamen tarihî konulara ve Cenevre'de Üniversite tahsiline verdigim için bu iş neticelenmemiştir.

Bu kitaplar benim ismimle çıkmış olmasına rağmen, Atatürk'ün fikirleri ve telkinlerinden mülhem olduğunu ve üslûbun tamamen kendisine ait olduğunu tarihî hakikatleri belirtmek bakımından bana düşen bir ödev telâkki ediyorum. Ben bu konularda çalıştım, notlar hazırladım ve dersimi onlara göre verdim. Bu kitabımı Atatürk'ün çalışmaları ve fikirleri olarak yayınlarken, onun el yazılarını da birer belge olarak koymak istedim. 

Şimdi bazı meseleler üzerinde durmak istiyorum. Meselâ "Millet" bahsi için toplanan notlar şöyledir :

Hukuku Esasiye : 1. Siyasî varlıkta birlik, 2. Irk birliği, 3. Lisan birliği, 4. Din birliği.

Mehmet Emin B. : 1. Mazi birliği, 2. Lisan birliği, 3. His birlğgi, 4. Gaye birliği, 5. Menfaat birliği, 6. Irk birliği, 7. Toprak ve iklim birliği.

Ansiklopedi : 1. Menşe birliği, 2. Cismanî benzeyiş, 3. Ahlâk karabeti, 4. Tarihî yahut siyasî karabet, 5. Aynı memlekette sâkin olmak.

Bütün bu notlardan ve daha başka okunan kitaplardan çıkan netice şöyle formüle edilmiştir : "Millet dil, kültür ve mefküre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasî ve içtimaî bir heyettir.

Bu münasebetle o tarihte yürürlükte olan Anayasamıza (Teşkilâh Esasiye) dayanarak Atatürk'ün notu şudur : "Bizim telâkkimize göre siyasî kuvvet, millî irade ve hâkimiyet milletin vahdet halinde müşterek şahsiyetine aittir, birdir, taksim ve tefrik ve ferağ olunamaz..." 

Hâkimiyet bahsinde ise şu cümlelerin önemine işaret etmeden geçemiyeceğim : 

"Artık bugün demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır. XX. asır bir çok müstebit hükümıetlerin bu deniz de boğulduğunu göstermiştir. Demokrasi prensibi hâkimiyeti istimal eden vasıta ne olursa olsun esas olarak milletin hâkimiyete sahip olmasını ve sahip kılmasını icap ettirir" 

Hak ve vazife üzerine olan yazılar ayrı bir başlık altında yazılmıştır. Atatürk diyor ki : 

"Hakların en birincisi yaşamak hakkıdır, diğer bütün haklar ve bu haklara mukabil vazifeler hep yaşamak hakkına dayanır... Şüphe yok ki insanın yaşamak hakkı onu diğerlerinin yaşamak hakkına riayet etmek vazifesiyle bağlar. Bir insanın hakkı diğer bir insan için vazife olur... Hakkın bulunduğu yerde vazife ve vazifenin bulunduğu yerde hak vardır... İnsanlar içtimaî hayatta haklardan ve vazifelerden örülmüş bir şebeke içinde tasavvur olunabilir". 

Bu ifadelerden sonra diğer önemli bir izahta, Hak ve vazifeyi hukuk kaidelerinin tayin ettiği ve bunun Devlet tarafından tatbik edildiğidir. Atatürk'ün yazısı aynen şöyle :

"Tabiaten her insan, içinde yaşadığı cemiyette hayatın en mesut, en kolay, en tatlı taraflarının kendisine düşmesini ister ve en kuvvetlî olan kendisinden zayıf olanları hiçe sayar. Bunun neticesi huzur, sükûn emniyet ve intizam içinde yaşamak imkânsızdır. İşte insanlar arasında kavga yerine birbirine yardım, karşılıklı hürmet, intizam koyan, herkese haklarını ve vazifelerini tanıtan hukuk kaideleri ve bunların müstekar bir surette tatbikidir. Bu iş ancak devlet teşkilâtının ve kuvvetin bulunması sayesinde kabildir. Devlet herkesin hakkını ve vazifelerini tayin eder. Hiç kimse tayin edilen hudut haricinde bir hak iddia edemez. Bunun gibi kendisi de fazla hiçbir vazife ile mükellef tutulamaz". 

Bu bahsin sonuna eklenen fikir, ise, bu haklann ihlâli ve vazifelerin ihmali halinde zarara uğrayan hem fert hem de cemiyet olduğıına göre, bunun tatbiki ve kontrolünün Devlet müessesesine ait olacağıdır.

Bu münasebetle Atatürk'ün en çok üzerinde kitap okuduğu ve bizleri çalıştırdığı mefhum da "Hürriyet' kelimesi olduğuna işaret etmeliyim. Bunun için kitapta yayınlananlardan gayrı elimdeki notların mahiyeti çok ilgi çekicidir. Hürriyet bahsi için tercümeler olduğu gibi ayrıca da Atatürk bazı arkadaşlarından Hürriyet'in târifini istemiş, Meselâ Erzurum mebusu Tahsin (Uzer) 25.1.1930 tarihindeki yazısında şöyle bir tarif veriyor: "Ferdin, memleketinde bütün hukukuna mâlikiyetidir". 

Diğer bir kâğıtta da yazısını tanıyamadığım bir şahsın şu izahı var :

"Fertlerin cemiyete ihtiyarlariyle terkettikleri haklanndan mütebakisini, diledikleri gibi kullanabilmeleridir". 

Aynı kâğıdın arkasında başka bir yazı ile şu not var :

"1 - Hürriyet kendini bizzat kendi içinde yok eden bir mefhumdur. Bu küçük kâğıtların içinde Atatürk'ün el yazısındaki tarif ise çok kısa "Hürriyet, insanın mutlak olarak düşündüğünü yapabilmesidir".

Bu notlardan sonra Atatürk'ün kendi yazısı ile "Hürriyet" üzerinde uzun yazıları vardır. Bu yazılann kaleme alındığı tarih 1930 yılının Ocak ve Şubat aylarıdır.

Bu notlardan Hürriyet'e ait geniş izahat verilmiştir. İfade üslûp tamamen Atatürk'ündür. 

"Hürriyet insanın düşündüğünü ve dilediğini başka birinin hiçbir tesir ve müdahalesi olmaksızın mutlak olarak yapabilmesidir. Bu târif Hürriyet kelimesinin en geniş mânasıdır. İnsanlar bu mânada Hürriyete hiçbir zaman sahip olmamışlardır ve olamazlar. Çünkü malumdur ki insan tabiatın mahlûkudur. Tabiatın kendisi dahi mutlak hür değildir, kâinatın kanunlarına tâbidir".

Bundan sonraki izahlar ise tarihî seyre göre mutlak idarelerde fertlerin hürriyetlerinin tamamen hükümdarın elinde olduğu ve asırlar boyunca fertlerin şahsî hürriyetleri için mücadele ettikleri anılatılır.

Atatürk'ün yazısında netice olarak şu hüküm var :

"Ferdi Haklar nazariyesinin temeli şöyle kuruldu : Her türlü hakkın menşei ferttir. Çünkü şe'ni hür ve mes'ul olan mahlûk yalnız insandır. Fakat diğer taraftan insanların içtimaî ve siyasî teşekküller halinde bulunması da tabiî ve lüzumludur. Bu teşekküller ise kısmen zarurî, mukadder kanunlar ahkâmına göre tekâmül eder" diye kaydedildikten sonra, ferdî hürriyeti ve hakkı temin eden Devletin mütekâmil bir müessese olacağı ileri sürülüyor. Bununla beraber Atatürk'ün bundan sonraki açıklamalarında ferdî hürriyete dayanan içtimaî ve medenî insan hürriyetini temin eden kuvvetin ise Devlet bünyesinde mevcut olması lâzım geldiği ve devletin millete karşı esas vazifesinin bu olduğu kabul ediliyor.

Diğer taraftan "ferdî hürriyet derecesi devlet faaliyetini zaafa düşürmemek lâzımdır. Devletsiz bir cemiyet veyahut zaif bir devlet hayatının neticesi herkesin herkese karşı mücadelesidir. Bu mücadele ekseriyefin hürriyetini boğmayacak surette tadil olmak lâzımdır. Tâdil keyfiyeti ferdin mesuliyeti teşebbüsüne ve inkişafma halel verecek dereceye götüsülmemelidir."

Teşkilâtı Esasiye m. 68 de "Her Türk hür doğar, hür yaşar" maddesinin tekrarından sonra Atatürk şu hükmü veriyor :

"Türkler demokrat, hür ve mes'ul vatandaşlardır" "Türk Cumhuriyetinin kurucuları ve sahipleri bizzat kendileridir".

Bu cümlesiyle Atatürk millet bütününe değer vermenin en güzel örneğini vermiş oluyor.

Başka bir yazısında, o şöyle bir ifade kullanıyor :

"Demokrasi, vatandaş hayatını tahakkuk ettirmek ve her türlü ferdî ve içtimaî vazifelerinin ifası hürriyetini ve imkânlarını bırakır: "

Atatürk böylelikle orta okulların seviyesinin çok üstünde olan bu fikirleri, kendi üslûbuna göre ifade ederken "Hürriyet" mefhumu içinde "medenî vatandaş" olmanın esaslarını ve prensiplerini izah ediyor. Meselâ yine "Bir milletin kültürü (hars) yükseldikçe, ferdî hürriyetin tatbikat sahaları genişler ve çoğalır. Muhtelif şekilde bir birinden ayrı ve müstakil ferdî hürriyetler meydana çıkar. Bu hürriyetler mahiyet ve tabiatlarına göre iki gruba ayrılırlar :

1 - Şahsî Hürriyet 2 - İçtimaî Hürriyet. Bu ikinci grupta bilhassa Basın Hürriyeti ve basının efkârı umumiye üzerıindeki rolü oldukça uzun bir şekilde izah edilmiştir. Ancak, esas fikir şu cümlede özetlenmiştir : "En büyük hakikatlar ve terakkiler, fikirlerin serbest ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir."

Fakat yine bütün bu yazılarda vatandaşın her türlü medenî hakları karşısında vazife mesuliyetinin olduğu fikri paralel olarak ifadesini bulmuştur. Onun için "Vatandaşların teşebbüs ve mesuliyet hisleri ne kadar inkişaf ederse Devlet için o kadar iyidir" diyor. 

Hürriyetin bir neticesi olarak vatandaşların eşit haklara sahip olmalarını Anayasa'nın esaslı bir hükmü olarak kabul eden Atatürk "Eşitlikten maksat, kanun önündeki haklarda eşitliktir" diyor.

Atatürk'ün bu "Medenî Bilgiler" vesilesiyle kaleme aldığı ve bizleri de çalıştırdığı konularda, Cumhuriyetimize temel olan prensiplerinde kanuna ve asrımızın umumi hukuk kaidelerine uyan esasları bulunmaktadır. 

Atatürk, Türk vatandaşına hak tanıdığı yerde bir vazife karşılığını koymak istemiştir. "Tembellik bütün fenalıkların anasıdır". atasözü karşısında çalışmanın ferdî ve içtimaî vazife olduğunu belirtmiştir.

Atatürk vatandaşı, milletin bir ferdi olarak aile, cemiyet ve devlete karşı vazifeli telâkki ederken "milletin, medenî beşeriyetin bir ailesi olması noktai nazarından bütün insanlığa karşı bir takım vazifeleri" olduğuna bilhassa işaret etmek istemiştir.

Böylece Atatürk, Türk vatandaşının medenî âlemde hür, eşit, vazife ve hak sahibi, mesuliyetlerini müdrik kişiler topluluğu olarak millet bütününü teşkil etmesinde en büyük medenî vasfı bulmuştur. 

14 Haziran 1968 Prof. Dr. ÂFETİNAN